I do, or maybe I Do Not.

Düğünlü dernekli geçen haftalar sonunda, en sonunda bu haftasonunu evimde sağdan sola yuvarlanarak geçiriyor olmanın dayanılmaz hafifliği içerisindeyim. Her iki düğün de yakın iki arkadaşıma ait olduğu için gitmemem pek hoş olmazdı. Önce yollara düşüp Altınoluk'lara kadar gittik ilk düğün için. Plaj kenarında olması, gelin ve damadın denizden takayla gelmesi eğlenceli ayrıntılardı. Ama ne yazıkki düğüne giderken yanımıza bikinilerimizi almayı unutmuşuz, o yüzden tam tadını çıkaramadık. Herhalde saten ve tuzlu deniz suyu çok hoş bir karışım olmazdı.
İkinci düğün için tee Kemerburgaz'a kadar gittik. Az daha gitmiş olsaydık Bulgaristan sınırına geleceğimizden geri dönüp pasaportları
mızı almak zorunda kalacaktık. Bahçe içinde, meyve ağaçları altında çok nezih bir düğün oldu. Gelin ve damat çok heyecanlı değillerdi zira onlar için ikinci bir törendi bu. (Gelinimiz Kanadalardan olduğu için ilk düğünü orda yapmışlar, Türkiye'dekiler için ikinci baskı oldu bu.)




Zaten bu ay pek bir neş'eyle karışık hüzün içerisinde geç
ti. Düğünlerin dışında sevgili küçük kardeşim bir seneliğine Amerika'ya gitti. Bu benden uzaklaşıp paralel ve meridyen değiştiren sevdiğim ikinci erkek oldu, biraz dertliyim. Arada 10 saat fark olduğundan ötürü online olarak görüşmemiz biraz zor oluyor, Ateş uyandığında ben akşam yemeği yemiş, yatmaya hazırlanıyor oluyorum. (Yemek yedikten sonra hemen uyuyorum evet, homini gırtlak pufidi kandil tumba yatak)
Haftaiçlerim halen devam etmekte olan çalışma tempomdan ötürü biraz dolu. Haftasonlarını da dünya evine giriş törenlerine ayırdığım için boş vaktim bu aralar pek yok gibi. Hamster'ımın kafesini bile temizleyemedim bir haftadır, tüyleri yapışan talaşlardan Helena Bonham Carter gibi olmuş. (öyle birden aklıma geldi benzetme) Ben verdiğim fındıkları yiyor sanıyorum ama kendisi Karınca ve Ağustos Böceği hikayesindeki karınca gibi hepsini yuvasına saklamış, içerisi adeta kiler gibi olmuş. Zaten kendisi daha önce iki kere kafesinden kaçmayı başardı (açmayı nasıl becerdi bilmiyorum, Houdini herhalde) İlkinde akşam eve geldiğimde kafesinde fındıklarını yerken buldum. Herhalde Ice Age'deki Scrat gibi hazinesini başkasına kaptırmamak için geri döndü. İkincisinde kardesimin bubi tuzağı sayesinde (hahah, "bubi" dedim) yakalamayı başardık. Bir daha kaçarsa Ikea bisküvileriyle kandırmayı düşünüyorum, zira pek seviyor onları. Ebatları onun için biraz büyük olsa da, elinde tekerlek gibi tutarak yiyebilse de bir gün içerisinde komple tüketmeyi başarıyor. Sonra su kabının oraya seriliyor sıcaktan piştiği için. Bir dahaki sefere çayla beraber vermeyi düşünüyorum, içindeki harareti alsın.
Bu kadar düğünden sonra (topu topu iki taneler ama bünyeme fazla geldi) bir ROMCOM izlemek mantıklı geldi evlilik kaldırmayan bünyeme. Her genç kız beyaz elbiseyi giyeceği günü düşünür derler, belki "genç kız" klasından çıkıp kartlaştığımdan mıdır (gerçi 5 sene önce de d
üşünmüyordum bunu) ya da hayatımın geri kalanında uyandığımda aynı yüzü görmenin bende kaşıntı yapacağını bildiğimden midir bilemiyorum, evlilik kurumuna çok da sıcak bakmıyorum. Annem haricinde "Darısı başına" bile demiyorlar bana, o da herhalde hala bir umudu olduğundan diyor, gerçekleri kabullenemediğinden. Woody Allen'ın bir röportajında okumuştum, yanılmıyorsam Mia Farrow ile olan evliliğinden bahsediyordu. Central Park'ın iki ucundan ev almış, sabahları uyandığında pencereye çıkıp karşıda oturan karısına el sallıyormuş. Benim gibi "personal space" düşkünü olan bir insan için mükemmel bir çözüm, kabul edecek biri olursa da evlenirim herhalde. Yoksa "biz" demek zor bir kelime benim için.
Bu durumda Bride Wars hakkında yazmak belkli tematik olurdu ama filmi pek sevemedim açıkcası. Artık Anne Hathaway için "bu karı sana çok benziyor bak ikiniz de fırın ağızlısınız" dediklerinden midir, yoksa
evliliğe olan allerjimden midir bilemiyorum, ama imdb de bile 5.0 vermişler filme. Evet filmdeki bazı fikirler güzeldi (hoşlanmadığım insanlara uygulayabileceğim intikam şekilleri gibi) ama bütün olarak harcadığınız vakte değmez diyebilirim.

İkinci tematik seçeneğim I Love You, Man. Paul Rudd ve Jason Segel zaten sevdiğimiz iki aktör ve bu tarz romantik komediler için biçilmiş kaftanlar. Özet olarak Peter (Paul Rudd) kızarkadaşı Zooey (Rashida Jones - uzun süre nerden biliyordum bu kadını diye düşünüp sonra The Office'den hatırladım) ile evlenmeye karar verir. Ama Peter hep bir "kızarkadaş adamı" olmuştur ve yakın erkek arkadaşı hiç yoktur. Eloğlu düğünlerinde "best man" diye adlandırdıkları düğün esnasında yüzükleri taşıma görevini vereceği bir kimse yoktur. Böylelikle bir arkadaş arama peşine düşer ve Sydney (Jason Segel) ile tanışır. Daha önce hiç yakın erkek arkadaşı olmadığı için Peter bu duruma uyum sağlamakta zorlanır ve "olaylar gelişir".
Film mükemmel erkek arkadaş arayıp da bulamayan, bu tatmini izlediği filmlerde arayan Paul Rudd hayranları için geliyor. Bu adamı daha ne kadar bu tarz rollerde izleyeceğiz bilemiyorum (Over Her Dead Body, Role Models, I Could Never Be Your Woman) ama bir insana bir rol yapıştı mı yapışıyor herhalde. Eskeza, Jason Segel da hep esas oğlanın en yakın arkadaşı olarak karşımıza çıkacak herhalde (Forgetting Sarah Marshall'ı ben unuttum bile, size de tavsiye ederim) Peter'ın homoseksüel kardeşi Robbie'yi oynayan Andy Samberg'ı belki daha çok görmek isterdik (Hot Rod izlemediniz mi yoksa?) ama az ve öz ile yetinmek zorunda kaldık.
İki yetişkin erkeğin arkadaş edinmesi cidden zor bir iş olsa gerek. Kadınlarda belki daha kolay oluyordur bu, ne de olsa birlikte yapılacak daha çok aktivitemiz var (alışveriş gibi). Ama erkekler, biraz da maçoluktan olsa gerek, biraz kasılıyorlar bu tip durumlarda. Biz başka bir bayanı "Hadi kahve içmeye gidelim şekerims, dedikodu yapalım" diye çok rahat arayabiliyorken erkeklerin haftasonu maç olduğu zamanı beklemeleri lazım sosyalleşmek için. Eğer futbolla da alakaları yoksa (ki erkek arkadaşlarımın %95'inde olan bir konuydu bu, allaha şükür), hemcinsleriyle sosyalleşmek için daha farklı aktiviteler bulmaları gerekiyor. (oyun endüstrisi bu yüzden bu kadar gelişti yoksa hala NES ile oynuyor olurduk) Söylemek istemeseler de büyük bir kısmı homofobik, bu yüzden biraz da ters geliyor diğerlerini arayıp "Hadi abi" demek. Belki de birçok erkeğin kızarkadaş bulduğunda diğer arkadaşlarıyla olan ilişkilerini minimuma indirmeleri de bu yüzdendir. (oğlum sana söylüyorum, damadım sen anla)
Romantik komediler hep "chick flick" olarak sınıflandırılır ama I Love You, Man daha çok "bromance", yani iki erkek arasındaki ilişki üzerine. Gene de izlemek için erkek arkadaşınızı ikna etmekte zorlanabilirsiniz. Özellikle Forgetting Sarah Marshall izlediyse ve 15 dakikada bir Jason Segel'ı önden ful çıplak gördüyse, ben de olsam ikinci kez düşünürdüm. Filmin başından sonunda ne olacağını biliyorsunuz ama gene de bu sizi sıkmıyor ve bir sonraki sahnede ne olacak diye merak ediyorsunuz. Filmin en büyük sürprizlerinden biri çizgi romandan TVye uyarlanmış bir dizide oynayan bir şahsiyet. Kim olduğunu söylemeyeceğim, ama onu kızgın görmek istemezsiniz. Belki büyük bir sürpriz değil ama konuyla ilgili esprilerde kendi kendime güldüm. (Espriyi paylaşacak kimsem yoktu yanımda napalım, allaaam çok yalnızım)
Pazar günü inat edip kalmış ne kadar çöp dizi varsa izledim, kendimle gurur duymuyorum. 1 TB lık harddiskte 5 gb boş yer kalmıştı, o kadar çektim boşa gitmesin diye de kıyıp silemiyordum. Ama izledikten sonra hunharca sildim hepsini. Bir sonraki haftasonu aynısını çektiğim çöp filmler için de yapacağım. Gerçi yazacak birşey olmayacak bu durumda ama, kısmet.