Oooze gonna save us?

Pazar günlerinin nedense üzerimde bir "evde otur-dışarı çıkma" etkisi var. Sanki haftanın sahir günleri hep dışardaymışım gibi bir cümle oldu bu ama özellikle pazar günleri, küçüklüğümden beri sabahları ya evde/tam teçhizatlı, ya da dışarıda/en büyük açık büfe neredeyse, bir kahvaltı edilir; sonra sindirmek için şöyle bir sahil gezintisi yaptıktan sonra eve gelinirdi. Bütün bu işler öğleden sonra maksimum 2:00 ye kadar bittiğinden daha sonrasında evde televizyon bakılır, gazete okunur, film izlenir ve gün sona ererdi. Yaz aylarına tekabül eden günlerde annemin "ay ben sıcak deniz seviyorum" sevdası yüzünden de Ilıca'da büyük plaja gitme vak'alarımız da olurdu arada.
Aile uzağında yaşamanın bir yan etkisi olacak, pazar sabahları artık tam tevekküllü kahvaltı yerine şöööyle bir atıştırdıktan sonra ev işi/domestik kısıma giriş yapıyorum. Malum, bütün hafta ev dingonun ahırı kıvamına geliyor; giydiklerim pazartesi-salı-çarşamba diye üst üste yatağımın yanındaki şişme pembe koltuk üzerinde yığılıyor, mutfakta bardaklar pazartesi sabahı-salı sabahı diye içleri az kahveli bir şekilde sıralanıyor, yok çarşafları değiştir, yerleri sil derken zaten bu sıkıcı işler bütün günümü alıyor. Bir bakıyorum hava kararmış bile, hani nerede benim sahil çay bahçem.
Son birkaç aydır pazar günü aktivitelerime bir de blog yazma işi girdi. Bunu sanki üstümde bir yükmüş gibi söylemiyorum, pazar günü rutinime dahil olduğunu belirtiyorum sadece. Bazen annem gibi hissediyorum, hah bütün gün ayaktaydım şimdi şöyle bir kahvemi alıp da oturayım ayaklarımı uzatayım havasında düşünüyorum acaba bu hafta ne yazsam diye. Geçen hafta Black Books u yazmışım, öyleyse film haftasındayız.
Sinemaya gitmeyi eskisi kadar çok sevmiyorum. Bunun sebeplerinden biri istediğim zaman durdurup içeriden kola/kahve/cips/patlamış mısır benzeri birşey alamıyor oluşum. Başka bir sebep olarak sinema salonlarında haliyle filmi yatar pozisyon yerine oturur pozisyonda izleme zorunluluğu. Biraz sefa pezevengi bir yapım var sanırsam, herşey önümde olmalı ve ben olabildiğine rahat, 85 yastığın üçü belime ikisi ayağımın altına şeklinde hiyerarşik ve stratejik olarak dağıtabilmeliyim. Sinemaya soğumamın sebeplerinden bir diğeri de kafama takılan birşey olduğunda filmi durdurup wikipedia ya da imdb gibi sayfalardan gerekli infoyu sinema dahilinde almamın zor olması. Iphone icat oldu mertlik bozuldu gerçi, her yerde istediğimiz enformasyona ulaşabiliyoruz ama arada filmi kaçırmak hoş olmuyor. Son olarak sinema gidişlerimin azalmasındaki en önemli sebep, izlemek istediğim bazı filmlerin sadece dublajlı olarak gösterimde olması. Neymiş efendim, animasyon dediğimiz çocuklara yönelik birşeymiş, Türkçe olursa anca anlayabilirlermiş. Gece 12:00de çocuğunu yatağa koyup uyutmak yerine sinemaya götüren bir aile herhalde çok iyi bir ebeveynlik yapmıyordur; ben şahsen ortaokula kadar akşam 10 dedin mi yataktaydım.
Bütün bu problemlerime rağmen geçen hafta Monsters vs. Aliens a gitmiş bulundum. Filmin orijinal versiyonu hiçbir salonun hiçbir gösteriminde yoktu. Zaten imax için her türlü İstinye Park'a gitmek gerektiğinden kaderimize razı olduk. Gitmeden önce filmin inTru 3D olduğunu bilmiyordum, salon girişinde dağıtılan kaynak gözlüklerini görünce pek bir sevindim.

goofy glasses

Herhalde karşıdan bakınca bu gözlükleri takmış bütün bir salon çok eğlenceli gözüküyordur.

En son, Nightmare on Elm Street'ti sanırım, bundan bir 15 sene önce falan inTru 3D bir filme gitmiştim. O zamanlar bir tarafı kırmızı, bir tarafı cyan gözlükler veriyorlardı. Şu anda verdiklerine göre daha "cool" gözlüklerdi ama teknolojinin gelişmiş olduğunu görmek sevindirici.
Film şimdiye kadar izlediğim en iyi 3D filmlerden. Gerek konu olarak, gerek animasyon kalitesi olarak Dreamworks'un kendini aştığını düşünüyorum. Bundan önceki birçok filmi Pixar filmlerinden sonra gösterime girmiş (Finding Nemo'dan sonra Shark Tale ya da A Bug's Life'dan sonra AntZ) ne var lan, aynısını biz de yaparız statüsünde filmler olduğundan Pixar>Dreamworks olan düşüncemi değiştirecek kapasitede bir film. Seslendirenlerin arasında Seth Rogen ♥ , Hugh Laurie, Kiefer Sutherland, Stephen Colbert gibi ünlülerin olması çok büyük bir artı. (Reese Witherspoon'u es geçtim, çenesi beni irrite ediyor) Tabi sinemada izlerken bu sesleri ne yazıkki duyamadık, o yüzden eve gelip artık TS de olsa sırf sesleri duymak için filmi indirdik.



Konusuna gelince, evleneceği gün talihsiz bir kaza sonucu kafasına meteor düşen Susan, bir anda kendini 150 m boyunda bulur. Apar topar hükümet görevlileri tarafından benzer durumda canlıların olduğu çok gizli bir üsse kapatılır. Burada Dr. Cockroach, B.O.B., The Missing Link ve Insectosaurous ile tanışır. Hiçbir zaman dışarı çıkıp normal hayatına geri dönemeyeceğini düşünürken (tabiki) Amerika'ya yapılan bir UFO saldırısı yüzünden uzaylılarla savaşması için görev verilir.
Film boyunca sürekli yapılan kült sci-fi film göndermeleri, karakterlerin 50'ler B movie tadında özgeçmişlerini anlatan kısa filmler, Monsters vs. Aliens'taki sevdiğim küçük anekdotlar. Gene de en sevdiğim sahne herhalde Golden Gate'de Insectosaurus ve büyük robotun karşı karşıya geldiği sahne.
golden gate
Filmde en sevdiğim karakter pek tabiki B.O.B. Bunun sebebi Seth Rogen'in kalbimi az biraz çalmış olması olabilir herhalde. Ya da filmdeki en komik replikleri kendisine vermiş olmaları da bir sebep olabilir. Ve tabi biraz daha kalbimi çalabilir.


Seth Rogen Interview Monsters Vs Aliens - Watch more funny videos here


Aman bekleyeyim dvd si çıksın evde orijinal sesiyle izleyeyim diye düşünüyorsanız bence yanlışlardasınız. Evet belki orijinal seslendirmesiyle çok daha iyi bir deneyim olacaktır ama gözlükler ve inTru3D de kaçırılmaması gereken bir fırsat. Üstelik ara da vermiyorlar, filmi baştan sona kesintisiz izleyebiliyorsunuz. (Küçük mesaneli arkadaşlar için sorun yaratabilir) +7 sınırlandırması getirdiklerinden salonda "annneaaa ne oldu, annneaa çişim geldiiii" diye bağıran, arkadan koltuğunuzu tekmeleyen çocuklar da yok, rahatsınız yani.



Enjoy. It's dreadful but quite short.

Memlekete gidip ailemi, arkadaşlarımı, sevdiklerimi görememiş olmanın verdiği hüzünle bir cumartesi gecesi koltukta yatarak örtülere sarılıp film izlemek herhalde ruhumda kanayan yaraya derman olabilecekti. Zaten cuma akşamı dışarı çıkıp vazifemi yerine getirmişim; her zaman gittiğimiz yerleri iade-i ziyaret tadında şöyle bir tavaf edip, görülmesi gereken insanları görüp selam etmişim, iki birşey içip saçma geyiklere girmişim, benden kralı yok yani.
Gerçi geçen hafta peyote'de olan bir olaydan söz etmeden duramayacağım. Her cuma günü gibi sporumu yapıp duşumu aldıktan sonra, of bu hafta da ne fenaydı en iyisi bir dışarı çıkayım, hem Post Dial da yok muydu bu haftasonu dur bir Uçman'ı arayayım belki onlar da gidiyordur ben de onlara patch olurum diye planlar kumpaslar kurup sonunda Taksim'e çıktım. Üzerimde halen işe giydiğim elbisem ve topuklularım olduğundan kelli, peyote'de biraz sırıtıyor olmam işten bile değildi. İnsanların bunun burda ne işi var acaba yolunu mu kaybetmiş bakışları arasında içkimi yudumlarken kalabalıktan birinin sürekli bana bakıyor olduğunu keşfettim. Bir iki "acaba tanışıyor muyuz" bakışından sonra database'imde hiçbir yüz tanıma programından sonuç alamayınca ayakta dikilmeye devam ederken arkadaş yanıma gelip "pardon senin adın Alev mi?" diye soruncaki surat şeklimi ben de görmek isterdim. Uzun lafın kısası, bundan herhalde birkaç yüzyıl önce ben İzmir'de lisedeyken "çıktığım" bir erkek arkadaşım olduğunu öğrendim. Tabi bunu öğreninceki surat şeklimin de çok sağlıklı olduğunu sanmıyorum. Yaşlandım mı, yoksa gerçekten çok "kara" bir mazim mi var bilemiyorum, ama garip zamanlarda garip insanların karşıma çıkıyor olması ilginç.
Bu kadar özele girdikten sonra burasının aslında "işte dizi film izliyorum sonra da yazıyorum böyle" olduğunu unutmadan esas konuma döneyim. Her hafta aksatmadan düzenli bir şekilde okuyan sevgili okuyucularım bilirler, bir hafta dizi, bir hafta film yazıyorum. Geçen hafta Tokyo Gore Police'i yazdık, okuyup izleyenler çeşitli kanallardan mesajlar atıp teşekkürlerini ilettiler. Böylelikle insanlık görevini yapmış olmanın gururunu da tatmış oldum, teşekkür ederim.
İngiliz menşeili dizilerim kalbimde ayrı bir yeri vardır. Coupling olsun, The IT Crowd olsun, artık kalıplaşmaktan çıkıp kemikleşmeye başlayan amerikan sit-com'larından biraz daha zeka içeren esprilerle dolu, casting'de birkaç ünlü oyuncu olsun konu önemli değil görüşünden çok farklı bir anlayışla yazılan bir senaryoya sahipler. Ayrıca birçoğu büyük bir kesim tarafından izlenmediği için yazmaya değer olduklarını düşünüyorum.


Black Books - Free videos are just a click away

Black Books da tam bu bahsettiğim klasmana giriyor. İngiliz dizilerine has bir genetik hastalık olan, sezon başı 6 bölümden oluşması haricinde yazacak negatif bir yan göremiyorum. Konusuna gelince; Bernard Black, Black Books adında bir kitapçının sahibidir. Sürekli içki, sigara ve pislik üreten bir İrlandalı olması dışında müşterilerden nefret eder, hatta gelenleri her konuda azarlar. Yanındaki hediyelik eşya dükkanında çalışan Fran haricinde pek bir arkadaşı da yoktur. Zaten Fran de insanlardan genel olarak nefret eden ve alkol-sigara tüketimini destekleyen bir şahıstır. İlk bölümde muhasebecisinin kaçması sonucu Bernard yeni bir muhasebeci arayışına girmişken bir kitabı yanlışlıkla sindirim sistemine dahil eden Manny ile tanışır. Ve pek tabi asıl hikaye burda başlar, gelişir.
Manny artık Bernard'ın muhasebecisi olmaktan çıkmış, kitapçıda çalışan bir eleman haline gelmesi gerekirken onun kölesi kıvamına gelmiştir. Isaura gibi Bernard'ın yemeği olsun, temizliği olsun herşeyinden o sorumludur. Her zaman çok gönüllü olarak yapmasa da kafasına atılan bilumum şişe, tost makinesi, kitap gibi günlük eşyalar, ne yapması gerektiği konusunda ona yol gösterir. Zaman zaman kavga edip, haftada 5 kere istifa etse de Manny gene Bernard'a geri döner.
Tüm bu olaylar olurken geçen eğlenceli diyaloglar, Black Books'u herhangi bir durum komedisinden farklı kılıyor. Belki de Bernard'ın insanlardan nefret eder tavrı içimde beslediğim anti hümanist kaplumbağanın kabuğunu tıklatıyordur, bilemiyorum. Zaten sokakta park ettiğim arabanın arka tamponunu çizmişler, insanlara ayrı bir kılım şu anda. Kohachiro Miyata dinleyerek ruhumu dinlendirme derdindeyim, ne kadar başarılı olacağım muallak. Henüz dünyaya olan hıncımı tanımadığım insanlara monitör arkasından laf atıp sonra arkadaşlarımla tii hiii hii hii diye gülerek geçirmiyorum, bu da bir başarı.
Yarını Kevin Smith günü ilan ettim. Uzun süredir filmlerini izlemiyordum, art arda izleyince nasıl bir etki yapacak onu merak ediyorum. Herhalde haftaya da onlara övgüler yağdırırım, böyle geçinir gideriz.

Tokyo "Gore" Police

B-Movie (wiki) denilen düşük prodüksiyonlu; tanınmış sanatçı bulunmayan, senaryosu 30 sayfadan oluşan, tanıtım ve promosyon gibi dertleri olmayan filmlerin, film endüstrisinin asıl geçim kaynağı olduğunu düşünmek herhalde çok yanlış olmaz. Bu tarz filmlerin çoğu sinemalarda oynamadan "direct-to-DVD" olarak ev izleyicisinin beğenisine sunulur; ya da sabaha karşı 4'te ne göstereceğiz endişesinde olan televizyon kanallarına satılır. Zaten oyuncularına saat üstünden amele usülü ödeme yaptığından, post-production gibi özele inmediğinden fazla bir harcaması olmadığı için üstünden kazanılan her kuruş, kâr olarak ceplerine geri dönecektir. Tarantino ve Rodriguez de bu filmlerin popülaritesini anlamış olacakki, bundan iki sene evvel 2 film birden kuşağında Grindhouse projesiyle karşımıza çıktılar.
B-movie lerin genel olarak tarzı korku/bilimkurgu/erotik/dövüş olarak sınıflandırılabilir. Demek istediğimi anlamak için sabaha karşı show tv ya da star açın; Kan Sporu 4, Göldeki Dehşet, Afacan Köpek Nazilere Karşı gibi başlıkları olan filmleri izleyin. O saatlerde halen ayakta olup TV izleyebilen bir kitle olduğundan ötürü, bu tarz filmlerin sonunun gelmeyeceğini bilmek beni bir bakıma rahatlatıyor. Çok fazla bir beklentiniz olmuyor bu tarz filmlerden, ve istediğinizi size konsantre olarak veriyor. Biraz kan/vahşet mi görmek istiyorsunuz, Piranhaların İntikamı ya da Kan Ziyafeti tam size göre. Kafanızı fazla yormadan önünüzde bir tabak patlamış mısırınızla eğlenceli bir 90 dakika sizi bekliyor. Oscar adaylığı getirecek bir oyunculuk ya da Lucas Arts tadında bir CG beklemeyin. Belki canınız biraz korkayım gerileyim istiyordur, o zaman size George Romero tavsiye ederim; hem zombilere karşı nasıl savaşabileceğinizi öğrenip böyle bir durumda hayatta kalmayı başarabilirsiniz.
1970 sonları-80 başlarında Yeşilçam da B-Movie sevdasına düşerek belki de hayatının en büyük hatasını yaptı. Hata diyorum çünkü bu tarz filmlerin genel konseptine uymayacak şekilde Hadi Çaman, Ekrem Bora gibi aslında sinema ve tiyatro camiasının önemli isimlerini erotik sayılabilecek filmlerde oynatarak kurallardan bir tanesini bozdu; tanınmamış oyuncu kullanımı. Oyunculuk kariyerlerine nasıl bir sekte vurdu, ne kadar pişman oldular bilemeyeceğim ama sanırsam parasızlık dünyada insana herşeyi yaptırabiliyor. Westernler çok revaçta diyerek bizim neyimiz eksik, biz de yapalım demek bazen çok facia sonuçlar doğurabiliyor.


Böyle bir giriş yaptıktan ve B movie leri anlamaya çalıştıktan sonra bu hafta izlediğim Tokyo Gore Police yazımı okuyanlar izlerken nasıl birşey beklemeleri gerektiğini anlayabilirler umarım.



Japon polis teşkilatı özelleştirilmiştir. Artık kıyafetleri teknolojik bir samurayı andıran Darth Vader/Terminator çakması olmuş, halkı korumak adına suçluları gözlerini kırpmadan kesip biçer hale gelmişlerdir. Engineer adını verdikleri bir grup insan, vücutlarında bulunan anahtar şeklindeki bir tümör yüzünden yaralarını çeşitli ölümcül silahlar şekline sokarak polis teşkilatının başına bela olmaktadır. Kahramanımız るか (Ruka yani, böyle yazayım da daha artistik olsun dedim), engineer ları avlayan bir polis memurudur. Polis memuru deyince tabi akla gök mavi gömlekli, yakasında rozeti olan biri gelmesin, kendisi B Movie de oynadığının farkında olacakki, kıyafetleri yoğun bir şekilde seksapelite içeriyor. Genellikle katana kullanıyor, çünkü bu anahtar şeklindeki tümör parçalanmadığı takdirde vücutlarını ne kadar parçaya ayırırsanız ayırın, engineerlar ölmüyor ve kesik kollardan testere, timsah başı, makineli tüfek gibi silahlar ortaya çıkıyor.
Kullanılan ana silah katana olduğundan ötürü kesilen yaralardan yangın musluğu debisinde kan çıkması kaçınılmaz bir sonuç. Akira izleyenler belki hatırlayacaktır, Tetsuo'nun kolu da sinirlendiğinde ormanda 10 kaplan gücüne dönüşüyordu. Filmdeki engineer lar da izledikleri animelerden etkilenmiş olacaklarki, film belki düşük bütçeli görsel efektlerden ötürü, belki de daha çok kan olmasını istedikleri için, film değil de anime izliyor etkisi bırakıyor.
Film herhangi bir dalda oscara aday olabilecek nitelikte değil; ama zaten baştan belirttiğim gibi filmi kendi kategorisi içinde değerlendirmek lazım. Başlığında da "gore" içeriyor olması, filmden nasıl bir beklentiniz olması gerektiği konusunda yeterince ipucu veriyor. Kan görünce bayılan kitledenseniz kesinlikle önermiyorum, afacan köpek serisi neyinize yetmiyor.
Filmde en çok hoşuma giden, ara ara gösterilen reklamlar. Japonya'daki yüksek intihar oranını mı eleştiriyorlar, bilemeyeceğim, ama "kawaii" diye bağırarak bileklerini Hello Kitty şeklinde falçatayla kesen kızlar olsun, seppuku için daha keskin katanalar ürettiğini savunan firma olsun; film içindeki reklamlar B Movie lerin içlerine sokuşturulan pornografik sahnelere benziyor. Başka beğendiğim sahne olarak, filmin başında Ruka'nın binanın tepesine çıkmak için elindeki roketatarı yere dik tutarak ateşlemesi. Quake'de rocket jump olarak süregelen bu hareket, daha filmin başında beni ekrana bağlamayı başardı.
Sürekli kanlı filmler izlemiyorum, o kadar psikopat/ruh hastası bir insan değilim. Ama açıkcası bu tarz filmler hakkında yazmak, Entre Les Murs hakkında yazmaktan daha eğlenceli. Yoksa ben de zaman zaman romantik komedi izleyip ağlayabilen küçük bir kız çocuğuyum.

dip not: hala heyecanla Star Trek bekliyorum, beni bile Trekkie yaptın ya J. J. Abrams, helal olsun.

Waiting for Star Trek.


Gün itibariyle her haftanın aynı günü yaptığım domestik işlerden sonra; oh be biraz da oturayım, dünyada neler olmuş, kimler ne yapmış ne demiş gibi meraklardan kendimi arındırmak arzusuyla bilgisayarımın başına sonunda oturabildim. Cumartesi günü evime gelen arkadaşlarım için yaptığım havuçlu-cevizli-tarçınlı kek yanında bol sütlü chai tea latte ile birlikte vücudumda biraz bir rahatlama, bir dinginlik hissetmeye başlamıştımki, ah bu hafta ne hakkında yazacağım sorusu beynimi kemirmeye başladı. Haftaiçi eve normalden biraz geç geldiğim için (pazartesi-çarşamba-cuma spor salonu, salı-perşembe arkadaşlara uğrama gibi) film ve dizi izleme performansım biraz düştü bu aralar. Zaten ofisten beynim sıcakta bekletilmiş çilek kıvamında çıktığı için, akşamları dikkatimi uzun süre birşeye odaklamakta zorlanıyorum. Geceleri yatmadan izlemek için seçtiğim filmler de bu yüzden romantik-komedi ya da amaçsız macera gibi beynime çok ATP harcatmayacak türden oluyor. Evet, itiraf ediyorum, bu haftaiçi Along Came Polly, Inkheart, Popeye, Mamma Mia,Marley and Me gibi belki de sonradan izlediğime pişman olacağım filmleri izledim. Haliyle bunları burada yorumlamayı gereksiz buluyorum.
Bir hafta dizi, bir hafta film yazayım gibi bir karar almıştım. Geçen hafta Dead Snow'la ilgili yazdığım için bu hafta sıra bir dizi yazısına geldi. Yeni izlemeye başladığım, henüz 3. bölümünü izleyebildiğim The Mighty Boosh için bir yorum yazmak için henüz erken olduğunu düşünüyorum. Her hafta ısrarla izlediğim diziler hakkında yazmayı da işgüzarlık olarak görüyorum; bu yazıyı okuyanların çoğunun benim arkadaşım olduğu düşünülecek olursa hemen hemen hepsi Heroes, House M.D., How I Met Your Mother, Lost, The Big Bang Theory izlediğinden ötürü bunlar hakkında bir yorum yazmak herhalde bu bloga başlama sebebimin biraz dışına çıkıyor. Amacım, herkese teker teker "abi şunu izledin mi bak çok iyiymiş" demek yerine, "aha link bu, burdan bakın izleyin" demenin daha kolay olduğunu düşünmüştüm. (The Watchmen ile ilgili yazıyı herkesin izlediğini bildiğim halde, değişik yorumlar okuduğumdan ötürü bir de ben yazayım, ben de bunları düşündüm bakın demek için yazmıştım; dipnot)

Bu durumda yoğun geçen günler, yazı yazmak için izlenmiş bir datanın olmayışı,biraz da önceden izlediğim birşey hakkında yazayım fikrini doğurdu.
Bu haftaki konuğum JPod. Kanada'dan çıksa çıksa Bryan Adams, Celine Dion çıkar fikrimi az da olsa değiştirmiş bir dizi kendisi. (Sevgili Sezen Türkmen'in Kanada'da olduğunu bilmeme rağmen bu cümleyi kuruyor olmamdan rahatsız olmayacağını ümit ediyorum.) Soyadları J ile başlayan bir grup bilgisayar oyunu yaratıcısı-programlayıcısı insanların aynı ofiste geçen hikayeleri ile ilgili bir dizi kendisi. Bilgisayar oyunu ile alakadar olduğundan dikkatimi çekmeyi başardı, yoksa Kanada yapımı mı, peeh diye geçip gidebilirdim. Dizimizin ana karakteri Ethan biraz Peter Parker/Toby Maguire çakması bir genç. (Bu benzetmeyi boş bakan iri mavi gözlerine borçluyum.) Annesi evinin bodrumunda yetiştirdiği marihuanaları jelatinleyip renkli kurdele ve etiketlerle süsledikten sonra satarak para kazanan, babası da filmlerde figüranlık yaparak geçimini sağlayan bir aileye sahip. Ethan'ın işteki görevi bilgisayar oyunlarındaki vahşet sahnelerindeki gerçekçiliği ayarlamak, ne kadar kan olursa o kadar iyi. İş arkadaşlarından Bree Jyang, animasyonlarla ilgilenen Asya asıllı bir Kanadalı. John Doe, çevre düzenlemesi, mekan modellemesi ile görevli (ki hayalimdeki meslek bu olurdu); oyunun program kodunu yazan Cowboy ise kadınlara olan düşkünlüğüyle tanınıyor. Aralarına sonradan katılan Kaitlin ise karakter tasarımını yapıyor.
Ana karakterleri kaba taslak şöyle bir tanıttıktan sonra dizinin konusuna gelince, baştan söylediğim gibi, bilgisayar oyunu yapan bir firmada çalışan bir grup insanın hayatlarıyla ilgili bir dizi. Ofislerin sıkıcılığı malum, ama konu bilgisayar oyunları yapan bir ofis olunca iş biraz değişiyor. Misal birçok ofiste oyun denemek/oynamak için büyük ekran bir lcd ve çeşitli konsollar yok; bilgisayarlar NASA ayarında değil, ya da birlikte çalıştığınız insanların yaşları 25-65 gibi geniş bir yaş aralığında. Kurmaca da olsa JPod gibi bir ofis hepimiz için bir umut kaynağı haline geliyor.
Dizi izlemek için eğlenceli bir seçim. Özellikle ilk bölümünde Ethan'ın annesinin yanlışlıkla uyuşturucu satıcısını öldürdükten sonra cesedini saklama eforu, ilerleyen bölümlerde Ethan'ın Çin mafyasıyla başının derde girmesi, bir sonraki bölümü izlemek istemeniz için neden teşkil ediyor. Her güzel olan şey gibi JPod da ömrünü yalnızca bir sezonla kısa bitirmiş, Kanadalılar'ın zekasından bir kez daha şüphe duymamızı sağlamış.
Günlerin uzaması, bikini sezonunun yaklaşması sebebiyle bazı haftasonlarımı şehirdışında geçirme planlarım olduğundan ötürü her pazar yeni bir yazı yazamayabilirim, önceden belirteyim ona göre önleminizi alın. Arabamın 15bin bakımına bir çıt kaldı, kilometreyi doldurmak için uzun seyahat yapma planlarım var. Evden çıkıyorum, hop 6 saat sonra anavatanımdayım zaten, uzunluk da göreceli birşey. Bir sonraki seyahatimda yoldan yolcu da alacağım, yakında ulaşım sektörüne girersem şaşırmayın.