NHK ni Youkoso

Bundan çok değil, 10-15 sene öncesine kıyasla evimden hiç çıkmadan ev alışverişimi yapabiliyor, kıyafet alabiliyor, 20 senedir görmediğim ilkokul arkadaşlarımla bile görüşebiliyorsam teknolojik açıdan son raddelere ulaştığımızı söyleyebilirim. Amerikan askerlerinin kendi aralarında 1960’ların başında kurulan networklerden bu yana çok yol katetmiş olabiliriz ama her güzel şey gibi belki bunun da eksi puanları vardır.
Eskiden alışveriş yapmak için çarşılara gidilirdi. Ayakkabı alınacaksa ayakkabıcıya, baharat alınacaksa aktarlara, kitap alınacaksa sahaflara uğranırdı. Sonra birisinin aklına neden bütün bu dükkanları aynı yerde toplamıyoruz, tek bir yere gidilinsin bütün alışveriş orda yapılınsın diye bir fikir geldi ve büyük alışveriş merkezleri ortaya çıktı. Artık tek bir binaya girip bütün işlerinizi halledip hatta üstüne yemeğinizi yiyip sinemaya da gidebiliyorsunuz. Bu durum köşebaşındaki kasapların ve manavların pek işine gelmese de eğrelti otu gibi heryerde bitiveren büyük alışveriş merkezlerine bir dur diyen de olmadı. Haftasonları gençlerin gidip karşılıklı muhallebi yiyip ilk defa el ele tutuştukları pastaneler de yerlerini yeşil üstü beyaz allcaps yazılı, çift kuyruklı denizkızımsı logolu kahvecilere bırakınca mahalle esnafının kazancına iyice kibrit suyu dökülmüş oldu. Artık işiniz daha kolay, kapı kapı dükkan dükkan gezmektense bütün ihtiyaçlarınızı biryere topladık, böylece zamandan kazandınız; arta kalan zamanınızı ailenizle geçirin gibi bir pazarlama kampanyası olan alışveriş merkezlerinin daha çok para harcamaya yönelten sübliminal mesajlarının da farkına varamadık.
Daha sonraları, evinizden hiç dışarı çıkmadan da günlük ihtiyaçlarınızı karşılayabileceğimiz olanaklar karşımıza çıktı. Neymiş, evimizin huzurlu ortamından kendimizi neden ayıralım, supermarketler aslında büyük zaman kaybı, evden online ver siparişi kapına kadar getirsinler olanağı ilk başta kulağa hoş geliyor. Tabi ben de hoşlanmıyorum kilolarca torbayı taşımaktan ellerimin büzüşüp Yoda pençesine dönüşmesinden. Telefonla pideciyi arayıp karşımdaki doğu aksanlı adamla anlaşmaya çalışmak da zor geliyor. En güzeli ortadaki insan faktörünü kaldırıp “bir tıkla” istediğim herşeyin evimin kapısına kadar gelmesi. Sırf alışveriş değil tabi olay, en son burnundaki sümükle ip atlarken gördüğüm arkadaşlarımla evimden çıkmadan yeniden görüşebiliyor olmak da 80’li yıllarda akıllara zarar bir durumdu.
Evden çıkmayı ben de çok sevmiyorum. Kalabalıklar üstüme üstüme geldiği oluyor, bazı bazı boğulacak gibi hissediyorum. Hem evde kendi istediğim müziği açıp sevdiğim insanları çağırıp aynı paraya bir bardak yerine bir şişe alkolümü alıp eğlenebiliyorsam, dışarısının cazibesi de azalıyor gözümde. Sinemada filmi istediğim yerde durdurup tuvalete de gidemiyorum ya da bu aktör hangi filmde oynuyordu kafayı yiyeceğim diye imdb’den de bakmak zor geliyor (3G’ye sarkastik saygılar). Bütün bunları evde pijamla yayarak da yapabiliyorsam neden iki saat ne giyeceğim diye düşünüp, ay bu ayakkabı bu elbiseye gitmedi, sonra üşür müyüm yanıma ceket alsam mı, göz kalemi çekerken gene yamulttum bak şaşı gibi oldum streslerine girmeden güzel vakit geçirmek istiyorum. Bu durumda dizimi kırıp evde oturmak daha mantıklı geliyor.
Sosyal komüniteler de hayatımıza girince bu işe bir son vermenin zamanı geldiğini anlamalıydım. Myspace’de ne kadar arkadaşınız olduğu sizin ne kadar sosyal olduğunuzdan çok bilgisayar başında ne kadar vakit geçirip aslında ne kadar asosyal olduğunuzu gösteriyor (acı ama gerçek). Bundan 5 sene önce insanların kahvaltıda ne yedikleri, yolda gördükleri kedilerin fotoğrafları, şu anda ne dinledikleri hiç ilgimi çekmiyorken online communitylerin hemen hepsinde birer profil oluşturmuş olmam ve bunları düzenli aralıklarla kontrol ediyor olmam belki de aslında çok “loser” bir hayat yaşadığımı gösteriyor. Ama bütün havalı çocuklar aynı şeyi yapıyorlar, yeni akım bu artık, sen yapmıyorsan demode bir insansın diye düşünülüyor. Pek tabi diğer insanların ne düşündüğü sosyal hayvanlar olarak umurumuzda olunca da ister istemez kendinizi bu girdabın içinde buluyorsunuz.
Bu kadar çevrimiçi sosyallik aslında bizi asosyalliğe itiyor. Şöyle ki, aslında iletişim içinde olduğunuz şey parlak bir ekran ve klavye, karşı tarafta da sizinkine benzer ekipmanlar var. Aslında sosyalim bak insanlarla iletişiyorum diyorsunuz ama sizin iletişim dediğiniz 0’lardan ve 1’lerden oluşan ufak paketler, kilometrelerce kablolar üzerinden gidip geliyorlar. Bunun için illa evde olmanıza da gerek yok aslında, işinizden de bağlanabiliyorsunuz; hatta operatörüm sağolsun otobüsten vapurdan da arkadaşlarımla iletişim içine girebiliyorum (3G’ye bir defa daha sarkastik saygılar). Bütün bu telefonlar bilgisayarlardan önce daha odası posterlerle dolu bir çocukken böyle birşeye ihtiyacım yoktu şimdi neden var bilemiyorum ama eksikliği bende kaşıntı yapıyor.
Evinden çıkmadan bütün ihtiyaçlarını giderebiliyorken (kafamın üstünde parlayan elmas yeşil rengi gösteriyor) neden evden çıkayım sorusu gündeme geliyor. Böyle düşünen çekik gözlü arkadaşlar kendilerini eve kapatıp, reel dünya ile ilişiğini kesip, kendilerine bir isim bulmuşlar; hikikomori. Anlam itibariyle kendini sosyallikten çekme, kapanma manasına geliyor. Günümüz hayatının zorlu koşulları düşünülecek olursa (kalabalık kentler, trafik, ekonomik kriz, eğitim zorluğu) mücadeleden hoşlanmayan birisi için hikikomori olmak çok da zor olmasa gerek. Özellikle Japonya’daki eğitim zorluğu (günlük kullanılan 3 alfabe ve bunlardan bir tanesinin yaklaşık 2000 harf olduğu düşünülecek olursa, evet zor, ben 29 ile anca başa çıkabiliyorum); zorlanmaya gelmeyen birinin herşeyden vazgeçip kendini dış dünyadan izole etmesi kolay bir kaçış yöntemi. Japonya hükümeti bu insanlar için İngiltere’den bir kısaltma da araklamışlar, NEET: Not into Employment, Education or Training; yani iş eğitim ya da yetiştirme içinde olmayan. Böyle bir popülasyonun ekonomide nasıl bir etki yapacağı tartışılır ama toplam nüfusun %1’i nin bu durumda olması çalışmayı pek seven Japonlar’ın yüreğine oturmuş olsa gerek.
Japonlar’ın kendine has bir görsel zevki olduğu ve bunu bütün dünyaya bir şekilde empoze etmiş oldukları bir gerçek. Hep kendileri bıdır gözlü oldukları için çizdikleri karakterlerde abartıya kaçtıkları söylenir ama işin aslı Disney’in kocaman gözlü Bambi’sinden esinlendikleridir. Öyle ya da böyle, bizim yıllardır beceremediğimiz okuma ve kitap sevgisini mangalarıyla bütün yaştaki insanların metroda otobüste ellerinden düşürmeden okumalarını sağlamaları bence büyük bir başarı. Sırf anime ya da mangayla da bitmiyor tabi olay, büyük bir endüstriye dönüşmüş durumda. Sevdiğiniz karakterli beslenme çantasından tutun da, figürler, dvdler, ve aklınıza gelebilecek her türlü tüketim malzemesini satın alıp severek kullanabiliyorsunuz. Eğer bu konuda biraz suyunu çıkarıp odasını Duman posterleriyle kaplayıp konserlerinde en önde bağıran 14 yaşındaki kızlara benzemeye başlarsanız size kısaca “otaku” diyoruz. Aslında herşeyin “otaku”su olabilirsiniz, eğer saplantı haline getirdiğiniz bir hobiniz varsa; ama en çok anime/manga sapıkları için kullanılıyor otaku kelimesi. Eğer öyleyseniz sizi Akihabara’daki maid cafe’lerde 5 çayına bekliyorum.

nhk
Terminolojiyi çözdükten sonra asıl anlatmak istediğim konuya “artık” geçmek istiyorum. Bu kadar açıklamadan sonra konuyu nereye bağlayacağımı merak edenler için gelsin; Welcome to the NHK! Konu önceden açıkladığım hikikomoriler üzerinde gelişiyor. Evden dışarı çıkmaya korkarcasına çekinen, okulu sırf bu yüzden yarım bırakmış, işe giremeyen bir grup genç, hikikomori. Baş kahramanımız Satou Tatsuhiro da 4 senedir böyle bir hayat tarzı benimsemiş bir insan. Evinde dışarıdan söylenmiş ramenlerin boş kutuları ana dekor unsuru olarak kullanmış, içilmiş kolaların boş tenekeleri de onlara eşlik etmiş. Tabi insan evde oturdukça tembelleşiyor, sürekli oturduğu ve artık onun vücut şeklini alan koltuğunun etrafında genişleyen bir radiusta çöplerini diziyor. Kalkıp 3 adım yürüyüp onları çöpe atmak, hatta biraz daha gayret edip çöpü akşam gelip kapıcı alsın diye kapının önüne koymak zor geliyor. Evinizde bir bilgisayar ve broadband bir internet bağlantınız varsa, e bir de gönülde tembellik varsa bir hikikomori olmak zor değil gibi gözüküyor. O kadar pislik içinde yaşayabilir miyim orasını bilemem (arkadaşlarının evine gidip lavabodaki bulaşıkları yıkama kapasitesinde bir insan olarak), ama derdiniz biraz evde yatayım, film izleyip çekirdek çinteyim, bulaşıklar biraz daha dursun kurtlanmaya yakın yıkarım, bu akşam kapıcıyla samimi olmak istemiyorum çöpleri yarın veririm ise hikikomori değilsiniz, sadece uyuşuk bir tembelsiniz.
Welcome to the NHK! (ünlem ile evet) ilk olarak Tatsuhiko Takimoto tarafından yazılmış bir roman. Daha sonra mangaya çeviriyorlar (metro Japonları seviniyor) ve en son da Gonzo tarafından 24 bölümlük bir anime serisi olarak karşımıza çıkıyor. Burdaki NHK’dan kasıt meraklı olanların tahmin edebileceği gibi Japon TRT’si (Nippon Housou Kyoukai-şimdi kanjili manjili de yazardım da ukalalığın alemi yok) değil, Nihon Hikikomori Kyoukai olarak geçiyor. Böyle düşünülmesinin sebebi de bir komplo aslen, televizyonun yayınladığı güzel programlarla bizleri ekran karşısına kilitleyip hepimizi bir hikikomoriye dönüştürüp evden çıkmamamızı sağlamak (ha şimdi neden Türkiye’de hikikomori kültürü yok, anlaşıldı). Televizyonun neden bizi eve bağlamak istediği de çok açık zaten; dünyayı uzaylılar istila etmiştir, sadece bir kişi hayatta kalmıştır (ki ne tesadüftürki bu da baş kahramanımız Satou-kun’dur). Dışarı çıkıp aslında içinde bulunduğu dünyanın uzaylılar tarafından bir düzmece olduğu anlaşılmasın diye de böyle bir yöntem geliştirmişlerdir. Böylece rahatlıkla üzerinde deney yapabilecek ve hayatını gözlemleyebileceklerdir. Biraz zahmetli bir deney gibi geldi, ama komplo teorilerinde gerçekçilik ve olabilirlik çok fazla aranmıyor. Hikayede kahramanımızı bu hikikomori hayatından çekip kurtarmak isteyen Misaki isimli bir kızımız var. Besmele çektirip hamamda yıkanmıyor, ters bir Ahu Tuğba/Kadir İnanır havası yakalayamıyoruz belki ama önemli olan niyet.
Animede meraklı olmayanların bilemeyeceği terimler bolca kullanılmış (ki baştaki uzun yazının izlemek isteyenler için bir kaynakça gibi olmasının sebebi bu); Japon alt kültürüne bolca göndermeler var. Gene çok anime izlemeyenlerin genelde bu tarz çizgi filmleri ninjalı-kızlı-süpergüçlü-robotlu gibi sınıflandırdığı düşünülecek olursa bu klasmanların hiçbirine girmiyor. Kimse kolyesini çıkarıp sağa sola kurdeleler saçarak başka birine dönüşmüyor, mechalarına atlayıp savaşa koşmuyorlar ya da kimse boyundan büyük rakı masası ayarında kılıçlar taşımıyor. Gündelik hayattan alınmış, hatta çok üzerine düşünürseniz, belki biraz da felsefi yönü olan bir anime Welcome to the NHK!. İzledikten sonra kendinizi dışarı atma ihtiyacı duyabilirsiniz, belki o sadece facebook’tan mesajlaştığınız ama 20 senedir görmediğiniz taso oynayan arkadaşınızla buluşmak istersiniz, kimbilir.

Galaksi Hekimler ve Tabipler Odası

(Resetmagazine yazısından kopipeyst'tir)

İnsanlığın ulaşım adına yaptığı en büyük icadın tekerlek olduğunu düşünecek olursak; son yüzyıl içerisinde ancak aya gidip hoplaya zıplaya yürüyüp bayrak dikmenin çok da büyük bir gelişme olduğunu düşünemeyeceğim. Yaklaşık 5500 yılda tek tekerden anca 100 milyon kilometre ötedeki uzaktan kumandalı bir arabayı sürdüğümüzü de hesaba katacak olursak hâlâ almamız gereken çok yol olduğu kanaatindeyim. Bazen bulutsuz gecelerde gökyüzüne bakıp belki denk gelir de uçan daire görürüm; yeryüzüne doğru yönelttikleri konik yeşil ışıkla beni de gemilerine alırlar diye fanteziler kuruyorum; ama bu benim tabi. Belki siz uzaylılara inanmıyorsunuz, bütün evrende tek başımıza olduğumuzu, deli gibi güneş etrafında döneldiğimizi düşünüyorsunuz; mümkünse benim hayallerimi kırmayın ve bu fikrinizi kendinize saklayın. Böyle sonsuz bir evrenin sadece bir gezegen için yaratılmış olabileceği gerçeği bana büyük israf olarak geliyor.
Zaman lordu olmadığımdan ötürü ne yazık ki zamanlar ve mekanlar arası yolculuğu henüz yapamıyorum. Standart bir zaman makinesi (akım kapasitörü ile çalışan mesela) sizin anca bulunduğunuz mekanda zamanda ileri geri gitmenizi sağlar. Oysa ki TARDIS gibi bir alete sahipseniz, hem zamanda ileri geri hareket edebilir, hem de galaksiler arası yolculuklara yelken açabilirsiniz. Yelken açmak burada çok da doğru bir tabir değil belki, ne de olsa dışarıdan telefon kulübesi gibi gözüken bir aletin içindesiniz. Olsa olsa telefon açabilirsiniz diyerek, en kötü esprimiz böyle olsun diyorum.
tennant
Doctor Who, en uzun süre televizyonlarda kalmayı başaran bilim-kurgu dizisi olarak Guinness rekorlar kitabına bile girmiş bir yapım. Her ne kadar “Aman ben İngiliz dizisi izlemem, pırasaya benzeyen insanlar var” ya da “Amerikan bilim-kurgu dizileri çok daha büyük bütçeyle çekiliyor, ne o öyle alüminyum folyodan robotlar falan” diye düşünecek kadar zavallı insanlar olsa da (ki onlarla arkadaşlık etmiyorum zaten, facebook’tan teker teker deşifre edip siliyorum) 1963’ten beri ekranlarda yerini koruyan Doctor Who, bu düşüncelere kulaklarını tıkıyor. Doğal olarak bu kadar uzun süre ekranda kalan bir dizide aynı aktörlerin oynayacağını düşünmek biraz saflık olur. Zaman lordları ölmelerine yakın kendilerini komple rejenere edip bambaşka bir görüntüye sahip olabiliyorlar. Yanlış anlamayın, onların huyları bu; yoksa dizinin devamlılığını sağlayacak bir senaryo hilesi değil. Şimdiye kadar tam 11 aktörün aynı Doctor Who rolünü üstlenmiş olması da dizinin ne kadar uzun sürdüğüne dair bir ipucu veriyor (halbuki Demirel’i oynatsalardı böyle bir dertten kurtulacaklardı).
Başta da söylediğim gibi, Doctor Who, bir bilim-kurgu dizisi. Zaman lordlarının sonuncusu olan bu arkadaşımız uzay ve zamanda telefon kulübesi görünümlü uzay gemisiyle hareket ederek maceradan maceraya koşuyor; iyilerin yanında kötülerin karşısında, haklıyı haksıza karşı savunuyor. Ölmesine yakın da kendini bir 30bin bakıma aldırdığını düşünecek olursak, aslında bu yolculukların çok yalnız geçtiğini zannedebilirsiniz. Ama kahramanımız 900 küsur yaşın verdiği bir bilgeliğe sahip (benzer bir örnek için bakınız:yoda); serüvenlerinde her zaman yanına güzel bir bayan da alıyor ki, yalnız geçen bol yıldızlı galaksi gecelerinde ağlamak istediğinde başını koyabileceği bir omuz olsun. Bu bayanlar ile arasında sürekli bir elektriklenme söz konusu; hah tamam bu sefer oldu, bundan sonra birlikte olacaklar, öpüşüp barışacaklar diyorsunuz ama hep bir mazeret, hep bir bahane. Biz bunun benzerini X-Files’da Mulder ve Scully arasında da görmüştük; onlar da kurudular kaldılar bak demekle yetiniyorum.
2005 yılında tekrardan zamanla yitirdiği popülaritesini yakalama girişiminde bulunan Doctor Who, bence bu başarısını David Tennant’lı bölümleriyle yakalıyor. Küçük bir çocukken BBC’de Dr. Who bölümleri izleyerek aktör olmaya karar veren Tennant, bu isteğini yakalamış olsa da, rolün üstüne yapışmaması için her aktörün günün birinde vermesi gereken kararı vererek 2009 yılında Doctor Who rolünden ayrıldı. Yerine geçen Matt Smith, Tennant’ın pabuçlarını doldurabilir mi bilmiyoruz; ama dünya döndükçe ve metalik Dalek’ler yok etmeye devam ettikçe biz dünyalıları bir çok dertten ve olası yok olmadan kurtaracağı kesin. Bilim-kurgu janrını biraz Amerikan egemenliğinden alma derdindeyseniz size Doctor Who’yu tavsiye ederim. Dışarıdan sadece basit bir telefon kulübesi gibi gözükebilir, ama içerisi sandığınızdan çok daha büyük.

Miyazaki'ye Mektup

(Resetmagazine yazısından kopipeyst'tir)
ponyo
Sevgili Hayao Miyazaki,
Biliyorum sen bunu hep yapıyorsun. Her yeni filmini izlediğimde içinde bulunduğum dünyadan beni soğutup, senin yarattığın dünyada yaşamak istememi sağlıyorsun. Bunun ne yazık ki gerçekleşmeyecek bir hayal olduğunun farkına vardığımda da beni hayal kırıklığına uğratıyorsun. Bu yüzden sana kırgınım ve sana laflar hazırladım.
İlk olarak yaptığın filmlerin birer animasyon olduğunu sana hatırlatmak isterim. Her saniyesinde ayağı başı ayrı oynayan kareler yapıyor olman hem emrin altında çalışan animatörleri, hem de onları düşünen beni üzüyor. Eskiden sabit bir fon üzerinde takılan karakterler olurdu, hiç mi izlemedin Tom ve Jerry çizgi filmlerini? Hadi Disney 1940’ta “Fantasia” diye uzun metrajlı bir animasyon çıkardı; orada bir çizgi filmin aslında sadece birbirinin beynini patlatmak isteyen iki düşman karakterden ibaret olması gerekmediğini gördük. Fantasia ‘da da her bir yeri ayrı oynayan sahnelere şahit olduk; dans eden süpürgeler, mantarlar gördük. Ama Disney bile bu işten ağzının payını alıp ne kadar çalışma gerektirdiğini gördü, taa 1999’a kadar bir yenisini yapmaya cesaret edemedi. Sen neden kendi animatörlerine acımıyorsun, bir de bilgisayar kullanmadan sadece el emeği ile çizilen karelere onay veriyorsun?
“Sen to Chihiro to Kamikakushi/Spirited Away” i izlediğimde de aynı duygu seline kapılıp göz yaşlarına boğulmuştum. Belki dedim, bu sefer dedim, sana son bir şans daha vereyim dedim; ama ne oldu, “Gake no ue no Ponyo/Ponyo on the Cliff by the Sea” yi izledim. Şimdi senin yüzünden buradaki evimi barkımı satıp, bir adaya yerleşip, bütün gün denizlere uzaklara bakmak istiyorum. Belki bir gün deniz kenarında insan suratlı bir balık bulurum da, o da beni sever, sonsuza dek mutlu mesut yaşarız.
James Cameron’un Avatar’ını izlediğimde de sonsuza dek Pandora’da yaşarmışım gibi geldi. Ama sonra düşündüm, dişleri kafam kadar yaratıklar var, gece uykumda gelip oramı buramı ısırırlar hoş olmaz dedim. Üzerimdeki etkisi çok fazla olmadı. Hem rahat nefes bile alınmıyor, karbon fiber kemiklerim de henüz yok, ağaçtan ağaca da atlayamam; düşüp kafamı gözümü yararım kesin. Gece parlayan yaratıklar öyle bir gece klubü ortamı; bastığın toprak ışıldıyor, sanırsın ki Billie Jean klibindeyiz. Vazgeçtim bu sevdadan. Ama Gake no ue no Ponyo’daki gibi ufak bir adada yaşayayım, sonra birden denizler altı 20bin fersah olsun, böyle Kanagawa’nın büyük dalgası gibi dalgalar gelsin üstüme üstüme. Ama sonra bir bakayım aslında onlar dalga değilmiş, yüzen kocaman mavi balıklarmış.
Ayrıca yarattığın karakterleri bu kadar sevimli yapma gibi bir zorunluluğun olduğunu zannetmiyorum. Senin yüzünden dalyan gibi Türk delikanlılarını bırakıp Japonya’ya yerleşip oradan birisiyle evlenmeyi düşünüyorum; sırf senin çizimlerindeki gibi boy boy çocuklarım olsun diye. Dağlık da bir araziye yerleşeceğim ki, kız çocuklarım yokuş aşağı koşarken etekleri arkaya doğru hafif havalansın, sonra dengelerini kaybedip taklalar ataraktan inişlerini tamamlasınlar. Ben de bunları izleyip “ah ne sevimliler, değil mi?” diye iç geçireyim.
Ne yazık ki dünya senin yarattığın gibi sevgi pıtırcıklarından oluşmuyor. İnsanların başına kötü şeyler gelse bile en sonunda kazanan sevgi olmadığı da oluyor (ki büyük çoğunlukla olmuyor zaten). Ama ben alışığım buna zaten, insanoğlundan çok da fazla bir beklentim yok . Öyleyse neden içimde bir umut ışığı yakıp sonrasında gerçeklerle yüzleşince beni hayal kırıklığına uğratıyorsun? Ben de isterdim otobüs durağında yağmur altında benimle birlikte bekleyen kocaman bir hamster olsun, bulutlar üstünde uçan şatolar, sular altında deniz kızları olsun. Ama olmadığının farkındayım ve bunların yokluğu kör kör parmağım gözüne şeklinde neden bana hatırlatıyorsun? Yaptıklarını insanlık dışı buluyor ve sana teessüf ediyorum.
Peki bu hikâyeler aklına nereden geliyor? Senaryoyu yazarken emrinde çalışan 50 tane saf ve masum çocuk bulundurup onlara mı danışıyorsun? Yoksa akşamları kurabiyeni yiyip sütünü içtikten sonra rüyaya mı yatıyorsun? Yaşadığın yer bütün dünyanın pisliklerinden ve kötülüklerinden arınmış bir yer mi, öyle bir yer varsa neden bize açıklamıyorsun? Lost bu sezon bitiyor bak, onlar bile bazı sırlarını açıkladılar ve bizi son anda kanser olmaktan kurtardılar, sen bize bu işkenceyi kasten mi yapıyorsun?
Animasyonlarını hiç “live action” film haline getirmeyi düşündün mü? Eğer böyle bir planın varsa şayet bileyim, hemen seçmelere katılayım. Yalandan bile olsa senin dünyanda var olmak istiyorum, maksat dostlar alışverişte görsün. Gake no ue no Ponyo’daki Fujimoto karakterini de Johnny Depp şahane canlandırır, benden tavsiye. Ama bir ricam var, mümkünse Tim Burton çekmesin, o da son zamanlarda iyice cıvıdı, başucu kitabım “Alice in Wonderland” hiç olmamış beğenmedim.
Sözlerime son verirken senden bir ricam daha olacak. Bir daha bir animasyon tamamladığında mümkünse bana haber verme. Bir kez daha “reel hayata dönme” travmasını atlatabileceğimi sanmıyorum.
Saygılarımla,
Bir numaralı hayranın.