Don't Panic.


Tatil yazısı yazacağım dedim, evet. Bir Hitchhiker's Guide To The Galaxy tadında yazmak isterdim, başlığın sebebi bu. Ama gelgör ki, blogger'da bile imkanlar kısıtlı. Urfa'da Oxford da olsa gerçi cibilliyetsizliğim sağolsun, ben beceremem zaten. Neyse sözü daha fazla uzatmadan Çalışanın Tatil Rehberi tadında ana maddeler altında izlenimlerimi kamuoyuna sunayım.
Öncelikle belirtmek isterimki, Türkiye sınırları içerisinde çalışan sade vatandaşlar olarak Çalışma Bakanlığı'nın bizim için öngördüğü tatil süresi, senede 2 hafta. İşverenin uygun gördüğü ise bu iki haftanın birbirini takip eden, ardışık haftalar olmaması. Durum böyle olunca takvimde 3 aya tekabül eden ama yaşadığınız coğrafyaya göre uzayıp kısalma durumu gösterebilen yaz mevsimi içerisinde bir hafta, kış mevsimi içerisinde de bir hafta olmak üzere hakkınızı tamamlayıp seneyi kapatıyorsunuz. Tabi bir de aynı işyeri dahilinde bir seneyi aşkın süredir çalışır durumda olmanız gerekiyor ki, 3 ayda bir iş değiştirip senelik izninizi her iş yerinde ikişer hafta kullanayım gibi bir cinlik yapmayın. (Benden önce düşünmüşler bunu evet)
3 senedir tatil yap(a)mamış biri olarak bu seneki tatilimin benim için ne kadar değerli olduğunu kelimelerle kifayet etmem zor oluyor. Zaten RAL kataloğunda 9000li hanelerde olan ten rengim; (ki kendisi beyaza tekabül ediyor, inşaat sektöründe olmayan arkadaşlar için dipnot, her şey mi pantone?) bir sene daha güneşlenip denize girmeseydi herhalde şeffaflaşacaktı. Neden bunca zaman denize hasret kaldığımı başka zaman anlatırım. Artık öyle değilim ya, umrum olmaz, peh.
  • Yol müzikleri
Özellikle tek başınıza değil de birkaç kişi birlikte aynı vasıta ile seyahate çıkıyorsanız yanınıza genişçe bir müzik arşivi almanızı tavsiye ederim. Herkes sizinle aynı zevki paylaşmıyor olabilir, arabada faşizme gerek yok. Ortalama, herkesin zevk alabileceği bir playlist oluşturunki yolda kan çıkmasın. Zaten havalar sıcak, insanın kanı kaynıyorken cinayet vakalarının artıyor oluşu tesadüf olamaz. Plajdayken zaten kulaklığınız var, kimse size karışmıyor. Ama yoldayken mümkünse arkadaşlarınıza "Anime Madness" gibi playlistlerle işkence yapmayın, yolculuğunuz Texas Chainsaw Massacre'a dönmesin.
  • Bavul ebatları
Dolaplara sığamadığımdan içerdeki odasını soyunma seksiyonu haline getirmiş biri olarak iki üç günlük seyahate gitsem bile yanıma minimum 50 lt lik çanta alma kapasitesindeyken 9 gün evden ayrılıp başka bir yere gidiyor olma fikri, "Her şeyimi bagaja nasıl sığdırırım?" sendromu yaşatıyor. Ama bencil olmamak lazım; bagaj ortak kullanım alanı. Bavul hazırlarken tatile götürmek istediğiniz eşyaları önce bir eleyip yatağınızın üstüne yığın. Bu yığıntıyı bavula tepmeye çalışmadan önce yarısını eleyin. Eğer hala yatağın üstünde 1m ye yakın bir yükseklikte giysi duruyorsa ya en yakın arkadaşlarımdan birisiniz, ya da indirim zamanı sizin yüzünüzden 36 beden kıyafet kalmıyor ve bu yüzden sizden nefret ediyorum. Eşyalarınız 50x70 bir bavul içinde üstünde zıplamak suretiyle kapanır hale geliyorsa artık hazırsınız. Unuttuğunuz birşey varsa gittiğiniz yerde de kredi kartı geçiyordur umarım.
  • Seyir esnasında şoförle konuşmayınız
Dikkat eşiği 2 cm geçmeyen biri olarak eğer şoför koltuğunda oturuyorsam sürekli aynı noktaya bakmak benim gibi biri için bazen zor olabiliyor. "Aa bak sağda zombi var" gibi ilgimi o noktaya çekecek konuşmalar ister istemez yalpalanmama sebep oluyor. Ama çene ishali olduğum da göz önüne alınacak olunursa 7 saate yakın bir süre boyunca da susmak, lugatimde kafama metal kova geçirilip düzensiz aralıklarla tepeden su damlatmaya benziyor. En iyisi sağdaki zombilerle yolun karşısındaki Death Star'ı boşverin, ekmek kaç lira, havalar da pek ısındı gibi daha günlük şeylerden bahsedelim.
  • ETA sixteen hundred hours
Her şeyin üstesinden geldiniz; onca eşyayı küçücük bavula tıktınız, kazasız belasız destinasyonunuza ulaştınız, otele girip bavulunuzu ilk uygun bulduğunuz köşeye fırlatıp içindekileri konfeti gibi yaydınız; artık üstünüzü değiştirip denize koşmak istiyorsunuz. Keşke hayat o kadar kolay olsa! Yemeksepetinden ne yiyeceğimi seçerken bile ecel terleri döktüğümden ötürü "Bugün nerede denize girsek?" gibi aslında çok mühim olan bir sorun karşısında kumlara gömülmüş Özgürlük Anıtı'nı gören Charleton Heston'a dönüyorum. Kederle karışık, hayatı sorgulayan ruh haline giriyorum. Command prompt gibi insanım, komutu girince uygulamaya geçebiliyorum anca, yoksa sonsuza kadar alt+tab yapmaya devam etmek zorunda kalırsınız.

Bundan sonrakiler artık yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini bize anlat şeklinde olsun çok isterdim ama Çeşme'de geçen 9 günün ardından akla gelebilecek çeşitli yiyecek maddelerinin muhteviyatına eklenen "sakız"dan bahsetmemek ayıp olur. Sakız dediğimiz gıda ürünü kendi adını taşıyan ağaçtan elde ediliyor. Botani uzmanı değilim ama bildiğim kadarıyla sakız ağacının reçinesi bizim çoğunlukla muhallebi sütlaç gibi sütlü tatlılarda kullandığımız damla sakızından oluşuyor. Çeşmeliler sağolsunlar sütlü tatlılarla yetinmemişler, akıllarına ne geldiyse içine sakız koyarak "Çeşme specialty" haline getirmişler. Örnek verecek olursak sakızlı Türk kahvesi, sakızlı kurabiye, sakızlı lokma, sakızlı dondurma, sakızlı milkshake, sakızlı alkollü kokteyller ve herhalde falım reklamındaki woooo diyen amcalara dönüşmemek için yiyip içmediğim birçok şey. Nasılolsa tatildeyiz, istediğimiz kadar arsızlaşabiliriz diye düşündüğümüzden ötürü ayıptır söylemesi ne bulduysak yedik içtik, gözümüz pek arkada kalmadı. Kavun içinde Marsilya şaraplı dondurma yiyemedik belki ama napalım, bir dahaki sefere gidişimize kalsın o da.
Tatil boyunca güneş altında malak gibi yatışlarım dışında akşamları Çeşme ve Alaçatı çarşılarında beyaz elbise avına çıkma gibi aktivitelerimiz de oldu. Bu senenin modası, plajlarda ve gece gezmelerinde; bol, hafif içini gösterir, sağı solu işleme opsiyonel, etekleri rüzgarda uçuşur elbiseler pek revaçta. Sokaklar ve plajlar Omo reklamları gibi. Ben beyaz giysem takribi 15 dakika sonra üstüne birşey döktüğüm için pek tercih etmiyorum ama tatile yeni çıkacak olanlar yanlarında bulundursunlar ya da gittikleri yerden alsınlar. Geriden takip etmeyelim bazı şeyleri.

Çeşme civarında tatil yapacaklar için deniz rehberi
  • En sıcak deniz Ilıca Büyük Plaj, ya da halk arasında bilinen tabiriyle, Halk Plajı. Cumartesi-pazarları fazla kalabalık oluyor ama hafta içi daha sakin. Halk plajı olmasına rağmen iki şezlong ve bir şemsiyeye 25 tl ödüyorsunuz, ayrıca duşlar da paralı.
  • Ayayorgi yolunda Sole mare, kumlu bir plajı olmasa da deck üstüne attıkları büyük minderler ve şemsiyeleri, iç kısımlarda çimenlerdeki hamakları ile göz dolduruyor.
  • Fun Beach, eski adıyla Kum Beach, incecik beyaz kumu, akvaryum kıvamında denizi ile biraz soğuk olmasına rağmen en sevdiğim plaj. Güneşlenmek için şezlong, minder, çimen, deniz dibi loca gibi seçenekleri var ama çimenlerde akrep görüldü, önceden uyarayım. Yolu biraz advance level, rahatlikla kaybolabiliyorsunuz. Tek kusuru park yerlerinde gölgelik yapmamışlar, eve dönüş biraz sancılı olabiliyor bütün gün güneş altında kızmış arabada.
  • Çeşme merkezdeki adıyla tezat Grand Beach'te denize sıfır localar, şezlonlar ve minderler var. Üstelik akşam üstü zenne gelip yanınızda kıvırtıyor.
  • Alaçatı denizi ileride çocuk sahibi olmanızı engeller nitelikte soğuk, Babylon'un bir numarasını görmedik. Ama Alaçatı'nın içi Çeşme merkezden daha güzel, emekli olunca yerleşmeye karar verdik. Bütün gün damla sakızı tüketeceğiz.
  • Günü birlik tekne turlarının büyük bir kısmı Hindistan'daki trenler kadar kalabalık, sürekli Serdar Ortaç ya da Hadise çalıyor. Bizim katıldığımız küçük ahşap bir teknede "Biz elitiz, ne erkek ne kadın zenne çıkarıyoruz, bütün gün Türkçe pop çalmıyoruz" diye aklımızı çeldi. Memnun kaldık kendilerinden, tavsiye ederiz. Sabah erken gidin gölge yer kapın yoksa akşama milletvekili dokunulmazlığı talep eder hale geliyorsunuz güneş yanıklarından.


Haliyle film/dizi izleyemedik bu aralar. Ama bu hafta sonuna kadar eksiklerimizi tamamlayacağız. Coming soon to a theatre near you.




back to the future, i mean work.


Çeşme'ye gittik geldik, pek bir eğlendik. Yüzdük bronzlaştık gezdik tozduk yedik içtik. Blog falan yazamadık haliyle, tatile notebook götürmeye karşıyız.
Çeşme'de de böyle Bora Bora havasında takıldık, düşman çatlattık. Iphone'dan pek birşey çekmedik, asıl datalar fotoğraf makinesinde. Bir ara onları da upload edip tatile henüz çıkmamış olanlara tavsiyelerde bulunacağız. Nerde ne yenir, nerde denize girilir hepsini bir bir araştırmacı gazeteci olarak anlatacağım. Ayşe Arman'dan ne eksiğim var canım, aaa. Dubai'ye gidemedik, bünyemiz o kadar sıcağı kaldıramadı belki ama kısmet işte, belki bir başka yaza.

Vampires on Holiday, Coming Soon.


Sıcaklar iyice bastırmışken gönül elbet tatil istiyor. Tabi öyle "hadi gidelim" denince de gidilemiyor tatillere, her ne kadar İzmirli olunsa da, senelerdir İstanbul'da yaşamanın verdiği bir "çalışma arzusu" ile tatile gitme planları erteleniyor da erteleniyor. Ama yok, haftaya beni kimse tutamaz. Ben de gidip bronzlaşacağım. Caddebostan'da zenci kırması ablaları görmekten gına geldi, adeta utanıyorum süt beyaz bacaklarımdan. Sol kol araba sağolsun baya bir pantone kodu fark attı vücudun geri kalan bölgelerine. Kollara 50, bacaklara 20 faktör sürerek biraz dengelemek lazım durumu ama güneşe ilk çıktığımda da 40 faktörden aşağısı kurtarmıyor genelde. Bronzdan çok ıstakoz kızılı, aşk ateşi gibi renklere dönüyorum. Ama bu sefer kararlıyım, spor salonunda solaryuma girip bu bedbaht kaderimi değiştireceğim. Topshop'a falan gitmek lazım tatil alışverişleri için. Seksi olsun diye bikini üstlerini küçük üçgenler yapıyorlar ama bana tam denk geliyor. Peh, elimizdeki neyse onu değerlendirmek lazım, napalım.
Dışarı çıkası da pek gelmiyor insanın bu sıcaklarda. Öğle aralarında yemek için caddede şöyle bir iki blok yürüyünce bile (aman çok Amerikalıyım, öyle blok falan), insan beyin haşlaması geçiriyor. Geçenlerde klimalar bile iflas etti, fancoiller sağolsun kapalı bir yerde olduğu için fazla ısındılar. Sevgili hamsterım, a.k.a. Kakashi artık çarkında dönmek istemiyor. Su haznesinin olduğu yerde uyuyor bütün gün. Ona da hak vermek lazım tabi, Ahu Tuğba gibi yaz kış kürkle dolaşıyor kendisi.
Gayet tabi evde oturunca da insan kendi beynini sıkıntıdan kemirmemek adına birtakım faaliyetler içine giriyor. Xbox da oyun oynamak olsun, film/dizi izlemek olsun, hamsterı topuna koyup evde bowling oynamak olsun geniş bir yelpazede can sıkıntısını gidermeye çalışıyorum. Hollywod her zaman hızımıza yetişemeyebiliyor ama sağolsun Bollywood bu konuda daha yardımcı. Filmleri fast-forward olarak sadece müzikli danslı kısımları izlesem de yeterince eğlenceliler. Birçoğu büyük prodüksiyon; yüzlerce ekstra kullanılmış, her sahne için özel kostümler dikilmiş, koreografi için çalışılmış. Konusunun o kadar önemi yok; zaten ya fakir genç zengin kıza aşıktır, ya da aileleri kavgalı gençler gizlice kaçıp evlenmek isterler. Arabesk bünyeler için birebir, hey hem Shakespeare de bunun ekmeğini yemedi mi yüzyıllardır?
Uzun uzun Hint filmlerini eleştirecek değilim. Zaten çok fazla bir beklentiyle izlemiyorsunuz; biraz dans biraz şarkı göreyim, iç mekanlarda kolon dış mekanlarda ağaçlar etrafında koştursunlar şakalaşsınlar, arada biraz üzülüp ağıt yaksınlar, ama aktrist değişse de kadınların sesi hep aynı tonda olsun, LP yi 45lik hızında çalar gibi biraz pitch biraz hız artsın. 2 saatlik filmi hunharca 20 dakikada izleyeyim, maksat gönüller bir olsun.

Uzun bir süredir düzgün vampir filmi izlemediğimi farkettim. En son izlediğim vampir filminin Twilight olduğu düşünülecek olursa, ki kendisinin de bir vampir filmi asla olmadığını savunuyorum halen, vampir filmi izleme ihtiyacımı giderme niyetindeydim uzun zamandır. Gerçi eski filmler klasörümde bolca Bela Lugosi filmi var ama gönül yeni arayışlar peşinde. Sürekli aynı yemeği ısıtıp ısıtıp önüme koymayın.

Bundan birkaç ay önce Lesbian Vampire Killers'ın fragmanını görüp oldukça heyecanlanmıştım. (Evet bazen içimde 12 yaşında bir oğlan çocuğunun yaşadığından şüpheleniyorum ben de) Açıkcası çok hardcore bir vampir filmi beklemiyordum izlemeden evvel, ki bunda da çok yanılmadığımı gördüm. Filmin ismi zaten filmden aslında ne beklemeniz gerektiği konusunda bayağı ipucu veriyor. Çıplak birbirini öpen kızlar, vampire dönüşenler, ve bunlarla karşı karşıya kalmak zorunda kalan asıl kahramanlarımız.
Filmin konusu oldukça basit. Bundan uzun yıllar evvel, (a long long time ago in a galaxy far far away) Vampir Kraliçesi Carmilla bir lanette bulunur; Craigwitch köyünde doğan bütün kızlar 18ini doldurduğunda vampire dönüşecektir. E tabi ortada vampir erkek olmadığından ötürü lezbiyen olmaları da sanırsam kaçınılmaz oluyor. Kehanete göre bunu durduracak kişi Baron'un soyundan gelmelidir ve Hades'in kılıcı ile Carmilla'yı öldürmelidir. Tabi vampirleri basit birer tahta kazıkla da öldürebiliyorken bu kadar teferruata ne gerek var diye düşünebilirsiniz ama film bu kafada işliyor ancak.
Başlığı gördükten sonra filme atlayacak erkek çocukları için uyarım, çok fazla lezbiyen aksiyon sahnesi ne yazıkki yok. Az bir göğüs, biraz popo, bir iki de öpüşme sahnesi ile yetinmek zorundasınız. Jeffrey'in sevdiği filmler arasına girme ihtimali çok düşük. (Lesbian Spanking Inferno, evet) Shaun of the Dead izleyip sevdiyseniz bu filmi de onun birkaç kademe aşağısı olarak düşünüp izleyebilirsiniz. Espri dozajı düşük, konu vasat, karakterler zayıf. Ama gene de kötülemiyorum, bu sıcak yaz akşamlarında aman ne izlesek diye düşünen seyirciler için birer paket patlamış mısır eşliğinde izlenebilecek bir film.

trueblood
Vampirlerden konu açılmışken True Blood izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. (hani izlemezseniz gece evinize gelip tekme tokat zorla izletirim, o derece) Anna Paquin'in sarı lepiska saçlarına uzunca bir süre alışamamış olsam da dizi koşuyor. Bill'in Sookie deyişi orgazmik, insanda ben de vampirle çıkmalıyım galiba, evet hissi uyandırıyor.

Fazla vampirli bir post oldu gerçi bu, allah sevdiğine bağışlasın diyoruz.