I'll Be Back.

Sıkıntıdan ya da yapacak iş olmamasından olacak, bu aralar sürekli bir sinemaya gider olduk. Artık sinema salonlarının patlamış mısır kokusu mu cezbediyor, ya da Cevahir'deki ice slush'lar mı, yoksa İstinye Park'taki meyveli dondurmalı kalori bombaları mı bilemiyorum; ama film izlemekten çok sinema salonunda yemek yiyor oluşum bir gerçek. Sporu da salladık bu aralar, allah sonumuzu hayır eylesin.
Kişibaşına 3 alışveriş merkezi düşmeden önce en çok gittiğimiz sinema Profilo'ydu. Sonradan Kanyon falan açıldı, Death Star içinde film izleme keyfi bir başka oldu. Üstelik tuvaletleri bile es geçmemişler, otururken karşınızda fragmanlar dönüyor ayna yansımasından. Daha sonra İstinye Park'ın IMAX farkı hepsinden üstün geldi, uzak da olsa oralara gider olduk. (ama hala seni affetmiş değilim herkesin ortasında bagajdaki bavulumu açtırdığın için) İzmir'de lisedeyken EGS'ye gidiyorduk, hem iki apartman yanımızda olduğundan ötürü, hem de koltuklarının La-z-Boy'dan esinlenmiş olduğu için. Evet, güzel günlerdi onlar da.
Film festivallerini çok sevememe sebebim de filmlerinin çoğunun Taksim'deki sinema salonlarında gösteriliyor oluşu. İlla alışveriş merkezlerindeki sinemalara giderim diye bir ısrarım yok ama gerçekçi olalım; park sorununuz olmuyor, salonlar yeni yapıldığı için koltuklar daha rahat (sırtımdaki kulunçlardan birinin sorumlusu Emek Sineması'dır, evet), görüntü ve ses sistemleri daha iyi, ve sanırsam bu aralar pek üstüne düştüğüm (ne yazıkki) antraktta alabileceğiniz yiyecek ve içecekler daha çeşitli ve doyurucu olması. Rahatına düşkün, şımarık ve obur bir sinema izleyicisi olarak tercihimi de bu yönde kullanıyorum.
Dün akşam Terminator Salvation'ın özel gösterimine gittik. Terminator serisi artık beni eskisi kadar heyecanlandırmıyor olsa da Christian Bale'in oynuyor oluşu filme daha bir sıcak bakmamı sağladı, kendisi her rolün adamı ne de olsa (Public Enemies'i ısrarla bekliyoruz) Ama ne yazıkki filmi Bale bile kurtaramamış, ortaya saçma sapan bir şey çıkmış.



Filmde bol aksiyon sahnesi var ama gene de birşeyler eksik kalmış, tam doyuma ulaşamıyorsunuz. Bir sürü yeni terminator modeli koymuşlar (daha önceki filmlerde gördüysem bile hatırlamıyorum) ama nasıl oluyorsa baya basit bir şekilde alaşağı edilebiliyorlar. Man vs. Machines zaten kafamın almadığı bir konsepttir, hani California valisi bile olsanız karşınızda %100 titaniumdan oluşan ve sizi öldürmeye programlı dev bir robotu nasıl yenebilirsiniz, çözemiyorum. Hadi onu geçtim, Terminator'ın hikayesinde insanları toplayalım üzerlerinde deneyler yapalım, etinden sütünden faydalanalım gibi Matrixsel bir hikaye var mıydı? Seriyi bir kez daha izlemeliyim sanırsam.
Artık sağımız solumuz CG olduğundan mıdır nedir; Terminator 1 ve özellikle Terminator 2 beni bu açıdan daha bir etkilemişti. Özellikle ikinci filmde T-1000'in demirlerden geçmesi, eriyip civalaşıp yeniden birleşmesi küçücük aklımı başından almıştı. Hani şimdi 3D Max'i açıp ben de abuk subuk şeyler yaptığımdan mıdır nedir, gördüğüm birçok CG için, heh bunda ne var, uğraşsam ben bile yaparım tepkisini veriyorum. (evet baya bir uğraşmam gerekir belki ama yaparım dedimse yaparım, peh) Sanırsam bu konudaki açgözlülüğüme Transformers 2 derman olacak. (evet onları yapamam, herkes haddini bilmeli)
Terminator Salvation beni pek tatmin edemedi. Senaryosu dandik (koskoca skynet olmuşsun, hala kumpas peşindesin) Christian Bale haricine oyunculuk vasat, film genel olarak serinin bir sonraki filmine geçiş olarak düşünülmüş (biz bunun kaymağını daha yeriz, gözümüz doymuyor kafası), diyaloglar yer yer O.C. den esinlenmiş gibi (McG biliyoruz, aşamadın bunu). Gene de tabi gidip görmek, eksik kalmamak lazım. Transformers da böyle çıkarsa artık aksiyon filmlerinden umudu keserim ama.

Şehre Sirk Gelmiş

carnivale


Dizilerin birçoğu tatil sekansına geçmiş olduklarından ötürü, önceden izlenmemiş olanların oturulup gözden geçirilip, "add to gomplayer" sağ tıkıyla hayata geçirilmesi mevzubahis bu aralar. Arada televizyonda rast geldiğim kadarıyla "Carnivàle" izleyebilmiş olduğum ve dizinin aslında gayet de izlenmesi gereken bir dizi olduğunu düşündüğüm için kendisine yeniden bir şans verme kararı aldım. Carnivàle öyle hergün izlediğimiz diğer dizilere benzemiyor, arka arkaya ekleyip çekirdek çitleterek (ya da annemin söylediği gibi, çekirdek "çinterek") izlenmiyor. Her bölümden sonra oturup biraz soluklanıp, kramp girmesin diye biraz sindirdikten sonra bir sonraki bölüme geçebiliyorsunuz. Belki de benim için geçerlidir bu durum, zira art arda izleyemeyeceğim, ya da beynimin alamayacağı kadar derin, karmaşık bir dizi Carnivàle. Beyin de bir kas tabi, uzun süre çalıştırmayınca hamlaşıyor, kapasitesinin altında çalışmaya başlıyor. (Arka arkaya 10 sezon Friends izlediğim gözönüne alınırsa, rahatlıkla açıklanabilir bu durum)

Dizimizin ana karakterlerinden diye tanıtabileceğimiz Ben Hawkins, daha ilk bölümde trajik bir şekilde annesini kaybeder. Tesadüf odur ki, tam o sırada oradan geçmekte olan carnivàle ekibimiz, Ben'i de aralarına almayı teklif ederler. Ben bunu kabul etmekte başta tereddüt etse de, kaderinden kaçamaz ve ekibe katılır. Hayatta tesadüf diye birşey yoktur ama, her olayın belirli bir sebebi, sonrasında da sonucu vardır. Kahramanımız da aslında aramızda dolaşan "normal" insanlardan biri değildir ve farkında olmasa da ekibe sandığından daha kolay uyum sağlayacaktır.
Carnivàle ekibi, 1930'ların dolaşan lunapark/freak show'undan bekleyebileceğiniz her türlü insanı barındırıyor. Dans edip şarkı söyleyen yapışık ikizler, sakallı kadın, kertenkele adam, +18'e hitap eden revü kızları, geleceğinizi tarottan okuyan çingeneler ve daha birçoğu.
Tabi Carnivàle'in hikayesi seyahat eden bir sirk olmaktan çok daha öte. Dizideki her karaktere az biraz bulaştırılan mistisizm, zaten izlerken tüylerinizi yer yer diken diken eden atmosferler ve ışıklarla da birleşince karşınıza görsel olduğu kadar zihinsel de bir şölen olarak çıkıyor (klişe cümlelerde bu hafta). Yüzeysel bir insan olduğum halde (evet, şarap yudumları eşliğinde şömine başında saatler süren felsefi konuşmalardan hiç hoşlanmam, hatta odun da diyebiliriz bana, evet) dizideki iyi-kötü, aydınlık-karanlık sembolleri benim bile aklımı aldı. Bir inanışa göre yaratılan herşeyin bir zıttı, bir karşılığı vardır. Bu durumda aydınlık olan yerin karanlığı, iyi olanın kötüsü, güzel olanın çirkini vb olması gerekir. (güzel olan benim de, çirkin kim merak ediyorum) Bu zıtlıklar olmadığı zaman denge bozulur ve herşey kaosa sürüklenir. Terazinin iki kefesi gibi her iki tarafta da eşit ağırlık bulunmalıdır ki, denge kurulabilsin. Anlatımın başında bir inanışa göre dedim ya, zira ben böyle birşeye inanmıyorum. Sebep olarak da; benim görüşüm, hiçbir şey sadece siyah veya sadece beyazlardan oluşmuyor. Bir insan o Gerçek Kesit programlarında karakterize edildiği gibi iyilik melaikesi ya da şeytanın sol bacağı olamaz. Bu görüşümü daha da genişletip, insanların tepkisini çekmeye cüret edip (belki, artık kim okuyorsa bunu) gerçekte cennet ve cehennem diye yerler olmadığını bile düşündüğümü söyleyebilirim. Öyle bir yer ki, bütün mutluluklar sizin olacak, her şey toz pembe olacak, bulutlar üzerinde hoplarken gülecek eğlenecek dert tasa nedir unutacaksınız (coruscant'a gidiyoruz hepimiz); ya da öyle bir yer ki, yüzünüz hiç gülmeyecek, acılar içinde boğuşacaksınız, yanacaksınız ve elinizden hiçbir şey gelmeyecek (eeermm, Mustafar?) Açıkcası cennete bile gitsem sıkılacağımdan emin olduğum için bu tartışmayı da burda kapatıyor, inanışlara saygıda kusur etmiyorum.
Konuya dönecek olursak, inanışların sorgulanmasından çekinmiyorsanız Carnivàle'i rahatlıkla izleyebilirsiniz. Yoksa bazı sahnelerde karnınıza kramplar girip kendinizi ekrana küfrediyor bulabilirsiniz, benden söylemesi.
Carnivàle ne yazıkki HBO'nun saçma bütçe kesintilerine maruz kalmış, ikinci sezonda daha hikaye bitmeden sonlandırılmış. Yapımcılar zaten ratinglerimiz düşük, Amerikan izleyicisi bizi anlayamadığından izlemiyor, reklam alamıyoruz, biz en iyisi Rome gibi bir dizi yapalım bakalım bunu izlerler mi demişler. Tabi Rome da sevdiğimiz dizilerden, ama Carnivàle'in sonunu getirmiş olması üzücü. Ben daha izlerdim Lynch filmleri vazgeçilmezi kısa amorf amcayı.



Bu da başlangıç sekansı. Ne hoş, değil mi?

Join The Dark Side, You Must.

Yaklaşık bir aydır yazmama sebebimi çeşitli şekillerde açıklayabiliriz. Bunların en başında pek tabi çağımızın hastalığı olan "üşengeçlik" (procrastination) geliyor. Filmleri dizileri izleyip izleyip, amaaaaan sonra yazarım yahu, deyip hep bir savsaklama, bir tembellik, uğraş(a)mama durumu söz konusu. "Sen zaten bildim bileli tembeldin" diyenler için de bahanem türk telekomdan geliyor, evimde olan teknik bir arızadan ötürü dış dünya ile olan bağlantımın kısıtlanmış olması. Tüm bunların yanısıra, geçtiğimiz bir haftayı da altın kafesten kaçıp vatanımda geçirmiş olmam da cabası.
Geçtiğimiz ay sonunda, aha bizim şirketi sanırsam teğet geçti bak dediğimiz kriz, kiriş misali tepemize oturduğundan ben dahil olmak üzere şirket bünyesinde toplu işe son verime yol açtı. Hani çok da üzülemedik bir duruma, zira zaten 3 aydır maaş da alamıyorduk; her aybaşı bir ümit maaş alırızla beslenmektense durumumuzu bilelim, daha iyi.
Böyle iç karartıcı bir paragraftan sonra uzun süredir yazmamanın verdiği "artists' block" durumu ne yazacağım konusunda bana kısıtlamalar getiriyor. Oysaki geçtiğimiz haftalarda uzun süredir sabırsızlıkla beklediğim X-Men Origins:Wolverine, Star Trek, Coraline gibi filmlere gittim. Sanki galalarına özel davetle, beyaz limuzinden inip kırmızı halılara basarak gitmiş gibi oldu biraz bu cümle, oysaki gayet herkes gibi elimde biletimle parası neyse verip öyle girdim sinemaya. Üstüne üstlük Coraline'de 3D gözlüklerimizi bile geri aldılar, pek bir sinirlendim. (Kızgınım sana Kanyon, o gözlüklerin ortasına beyaz bant takıp Weezer klibi çekecektim oysaki.)
Evde durduğum sürede de boş durmadım; gene uzun zamandır merakla beklediğim Fanboys'u illegal bir şekilde izledim. Star Trek i büyük heyecanla beklediğim halde bir Trekkie olmadığımı gururla söyledikten sonra Fanboys için "aaa böyle arkadaşlarım olsa ya; aaa var ama, hehehe" diyerek hayıflandım. Sanırsam kendi içimde çelişkiler yaşıyorum.
Star Wars'u ilk (1996 senesiydi sanırım) İzmir Sineması'nda original trilogy yi digitally remastered olarak verdiklerinde (3 film arka arkaya) tanımıştım. İlk filmin çıkış tarihinin 1977 olduğu düşünülecek olursa, biraz geç kaldığım düşünülebilir. Ama abisi/ablası olmayan, en sevdiği kitap Alice in Wonderland, ve o dönemlerde en çok dinlediği grup da ne yazıkki Take That olan 15 yaşlarında bir kız çocuğunun çok da şansı olmuyor. Filmleri arka arkaya izlerken koltuğa yapışıp elimdeki patlamış mısırı bile yiyemediğimi hatırlıyorum. Bu benim için şu an itibariyle 13 senelik bir obsesyonun başlangıcı olacaktı. 1999'da Phantom Menace için sinema önünde bilet alma kampına girmedim belki ama (o sıralar öyle bir arkadaşım yoktu sanırsam :/ ) Attack of The Clones ve Revenge of the Sith'e ilk gün-ilk seans gitme; hatta Revenge of the Sith'e gitmeden önce evde jedi robe dikmeye çalışma, bir gecede sadece birini yetiştirebildiği için sabahın köründe Taksim Fitaş'ın önünde erkek arkadaşına kostümsel olarak katılamama gibi problemler yaşadım. Hatta abartıp, peh zaten dövme yaptıracaktım, oldum olası bir koluma imperial, diğerine rebel alliance logoları yaptırayım da tam olsun bile dedim. Sonrasında tabi Gerekli Şeyler olsun, sinema kuyruğu olsun, hatta Burger King sipariş beklemesi olsun, 15-25 yaş arası oğlan çocuklarını iki kol sıyırmayla baya bir etkiledim bunlarla; ama hayatta başka ne işime yaradı diye soracak olursanız beni boş boş bakar bulacaksınız.

Yazdığım her üç yazıdan birinde Star Wars hayranlığımı dile getiriyor olmam herhalde tesadüf olmasa gerek. Belki Fanboys hikayesinde anlatılanlar kadar değilim ama zaten benimle ilgili bir film de yapmadılar henüz.





Hikaye 1998 yılında başlıyor. The Phantom Menace daha gösterime girmemiştir ve kainat üzerindeki bütün Star Wars hayranları büyük bir merak ve heyecanla filmi beklemektedir. Kahramanlarımız Windows, Eric, Linus ve Hutch da 10 yaşlarında iken bile George Lucas'ın evi olan Skywalker Ranch'e girme planları olan bir grup gençtir. Tabi seneler geçmiş, grup az da olsa dağılmıştır. Grubu tekrardan bir araya getiren ve çocukluk planlarını gerçeğe dönüştürmeye karar verdirten Linus'ın kanser olması ve çok az ömrü kaldığı için Phantom Menace'i izleyemeyecek olmasıdır. Bunun üzerine harekete geçerler ve ortaya klasik bir "road-trip" filmi çıkar.
Tabi filmde bolca serpiştirilen Star Wars göndermeleri, hatta yetmeyip Star Wars oyuncularının ara ara çıkıp bizi şaşırtmaları, belki de sadece Star Wars hayranlarının anlayabileceği şakalar espriler falan, Fanboys'u diğer road-trip filmlerinden biraz farklı kılıyor. Hapse düşen kahramanlarımızı kurtaran Lando Calrissian olurken mesela, Skywalker Ranch'te üstlerine atlayan korumalardan birinin Darth Maul olması, ve filmde suratı çok anlaşılmasa da kendine özgü akrobatik hareketlerinden onu tanıyor olmamız, kendinizi bir gruba aitmiş hissine kapılmanızı sağlıyor.
Tabi filmin ana izleyici kitlesinin Star Wars hayranı olan oğlan çocukları olduğu gerçeği düşünülecek olursa, Kristen Bell gibi bir ablamızın da cast'ta yer alması, hatta her nerd/geek'in fantazisi olan Princess Leia'nın altın kostümünü giydirmeleri de kaçınılmaz oluyor.
kristen bell
hah ne var, ben de giysem gayet böyle dururdu bu.

Film için ayrıca belirtmek istediğim, son zamanlarda en sevdiğim aktör haline gelmiş olan Seth Rogen'ı da bol bol görüyor olmamız. (sen ne büyük bir insansın ya) Seth Rogen'ın yanısıra, spoiler olsa da söylemekten kendimi alamayacağım, Danny Trejo abimizin de ufak bir rolünün olması.

Rahatsız olduğum bir konu üzerinde biraz konuşmak istiyorum. Nedense Hollywood; Star Wars hayranı, ya da daha da geniş bir kitle için düşünecek olursak, çizgi roman okuyan gençleri hep asosyal, karşı cinsle olan münasebetleri kısıtlı, fiziksel olarak zayıf olarak resmetmekten hoşlanıyor. Bu durumdan rahatsızım ve şikayetçiyim. Burdan film yapımcılarına sesleniyorum, bir daha böyle filmler çekecek olursanız lütfen bu insanları böyle karakterize etmeyin. Stereotiplerden kaçınalım lütfen, ayıp oluyor.

dip not:
fanboys poster

VS.

vader demands candy

ben de iyiki bir fotoğraf çektim, her yere aynı şeyi çakıyorum. Hoş olmuyor.