Sushi Western vs. Spaghetti Western

Yazdığım yazıları Reset! Magazine'e yolladığımdan ötürü buraya pek birşey yazmadığımı, daha doğrusu yazamadığımı farkettim. Bu yüzden daha önceden yazdığım bir yazıyı copy+paste yapmakta bir sakınca görmüyorum.

"
                Pazar günlerinin miskinliği herhalde TRT 2’de yayınlanan Hikmet Şimşek’le Pazar Konseri  eşliğinde yenen şehzade düğünlerine yaraşır bir kahvaltının ağırlığından sonra, sindirme amaçlı yapılması gereken bir yürüyüş yerine koltuğa malak gibi yatıp babamla western filmi izlememizden geliyordu. Sabah sabah midemize indirdiğimiz yağı ağzınıza götürürken kucağınıza  damlayan sucuk ve baconlar her ne kadar atardamarlarımızın iç çeperlerinde kalıcı etkiler bırakmış olsa da, seksenli yıllardaki pazar sabahlarının güzelliğini halen aramaktayım. Hikmet Şimşek öldü, ıssız öcün kaldı ama ben hala o zaman izlediğimiz filmleri zaman zaman tekrardan izleme ihtiyacı duyuyorum, aynı tadı belki yakalarım diye. Aynı dönemde bazen gazetelerle birlikte verilen Red Kit ya da Kaptan Swing çizgiromanları da Amerika’nın ortabatısı hakkında gereğinden çok bilgi sahibi olmamı sağlamıştı. O zamanlar daha henüz faşist olmamıştım; öldürülen Kızılderillilere üzülür, Joe Dalton’un aslında çok zeki ama akraba kısmından şanssız olduğunu düşünürdüm. Belki yüzümü gözümü  boyayıp “hülülülü” diye evin içinde koşturmadım ama içten içe John Wayne’e gıcık olur, Charles Bronson’ın bıyıklarından korkar, Clint Eastwood’u ise itici bulurdum. Bu filmlerin aslında Amerikan propagandası yapan, içten içe subliminal mesajlar veren filmler olduğunu algılamam 4 yaşımda olduğumdan kelli biraz zordu. Bu propagandanın aslen Amerikalı olmayan İtalyan yönetmen Sergio Leone tarafından çekilmiş olduğunu öğrenmemdeki şaşkınlığın ne kadar içler acısı olduğunu kelimelerle tezahür edemiyorum.
                Spaghetti Western terimi de bu filmlerin İtalyan yönetmen tarafından İtalya’nın güneyinde ya da İspanya’da çekilmiş olmasından ileri geliyor. Aslında çok düşük bütçeli olan bu filmler sinema tarihi açısından belirli bir döneme damgasını vurmuş, hatta kült seviyesine ulaşmıştır. A Fist Full of Dollars, A Few Dollars More, The Good The Bad and the Ugly (ki bunun bir de Türk versiyonu var; The Good The Bad and the Gudubet olarak, Oğuz Aral’a saygılarla) aklıma gelen en önemli üçleme. İyiler her zaman kazanır (ki aslında hangisinin iyi hangisinin kötü olduğu da sayfalarca tartışılabilecek bir durum, ama gerçekten hepsi çirkin) ve filmler şanlı Amerikan bayrağının dalgalanmasıyla biterdi. Tabi bu gene bir saçmalık, İtalyan bir yönetmen kendi topraklarında film çekiyor; akdenizin yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı geçen ikliminde yetişen makilerini bize vahşi batı semaları diye yutturuyor; üstüne üstlük bir de İspanyol figüranları bize Meksikalı diye kakalıyor. Tabi bu kadar kafayı takmamak, sadece filmi izleyip tadına varmak lazım.
                Tarantino aslen sinema eğitimi almadığı halde gençken çalıştığı video kiralama yerinde bolca izlediği filmler sayesinde kendi kendini eğitmiş alaylı bir yönetmen. Çektiği her filmde başka bir türü deneyip, hepsinde kalıpların dışına çıkıp belki de sinema tarihini baştan yazıyor. Ben de çok film izliyorum ama koşup film çekmeye çalışıp kendimi rezil etmekten korkuyorum. Tarantino’nun filmlerinde şahsına münhasır detaylar, filmi onun çektiğini bilmeseniz de izlemeye başladıktan sonra bunun bir Tarantino filmi olduğunu anlamanızı sağlıyor. Takashi Miike de Japon sinemasının ünlü yönetmenlerinden. Her ikisi de film çekme işini aslında bir eğlence olarak gördüklerinden, çektikleri filmler de birbirlerine yakın filmler olduğundan olsa gerek bir gün olası bir rakı sofrasında karşılıklı oturup “neden biz bir film çekmiyoruz birlikte yahu?” diye konuşmuş olabilirler. Quentin Tarantino’nun bitmez tükenmez Japon/uzakdoğu aşkı da buna bir vesile olmuş olabilir. Öyle ya da böyle, bu iki isim birleşerek Sukiyaki Western Django isimli bir film çekerler ve beğenimize sunarlar.
                Sukiyaki Western Django, atası Spaghetti Westernlerin yolundan gitmeyi tercih etmiyor. Edo dönemi Japonya’sını hoop taşıyıp  Teksas’ın göbeğine yerleştirseydiniz nasıl olurdu sorusunun cevabını bu filmde bulabilirsiniz. İklimsel ve botaniksel olarak vahşi batıda hissetseniz de, kasabaya girerken sizi karşılayan tak ve üstündeki kanjiler aslında bambaşka bir yerde olduğunuz hissiyatını veriyor. Mimari gene Edo dönemi Japonya’sından esinlenilmiş; saloona girerken fiyakalı bir şekilde çarpan kapıları iki yana savurtturamıyorsunuz. Seçmeniz gereken birbirinden korkunç görünen haydutlardan oluşan Kırmızı Heikeler ve biraz daha insani görünümlü Beyaz Genjiler var.  Genjilere daha insani dememin sebebi 14 yaşında kız çocuğu gibi peşinden koştuğum Masanobu Ando da olabilir ama orasını karıştırmıyorum. Kendisini ilk olarak Battle Royale isimli Takashi Kitano filminde ruh hastası Kiriyama rolünde izlemiştik, o gün bugündür seçkin film marketlerde ısrarla ararım ve isterim.
                Filmde en çok dikkatimi çeken detaylar, kullanılan kostümler. 19. Yüzyılın ortasında altına hücuma Avrupalılar ve Amerikalılar yerine Japonlar gitseydi; blucin pantolon ve kovboy çizmeleri yerine biraz daha vücuda yapışan kimonolar giymeyi tercih etselerdi, halamın bıyıkları olsaydı da amcam olsaydı bir durum söz konusu. Bellerinin iki yanında tabancanın yanı sıra bir de üstüne üstüne gelen kurşunları savuşturmak için katana da kullanırlar, kalabalık ortamlardan kaçmak için shuriken de atarlardı. Hadi Japonlar zaten az biraz Amerika özentisi; keza animelerde de rastlıyoruz bu duruma. (Trigun animesini izlediyseniz, Sukiyaki Western Django’da da ona yakın bir tat alacaksınız) Sukiyaki Western Django da aslında anime olmalıymış da live action çekilmiş bir film gibi duruyor. Kullanılan kamera açıları, karakterler, kostümler animeden fırlamış gibi duruyor. Bu konuda da Miike’den çok Tarantino’nun parmağı olduğunu hissediyorsunuz (Kraldan çok kralcı olma durumu).
                Sukiyaki Western Django, türünün öncüsü olup daha çok ”sushi western” çekilmesini teşvik eder mi bilemiyorum, ama filmin tamamının İngilizce olması çekik gözlü film severler için biraz sinir bozucu. Zaten film ile ilgili yazabileceğim tek negatif eleştiri de bu olabilir, Japonca olsaydı belki daha izlenebilir olurdu. Zira İngilizce konuşan çekik gözlüler bende ister istemez kötü dublaj edilmiş kung-fu filmlerini çağrıştırıyor. Eskiden Japon malı, Çin malı diye aşağılanırken şimdi herşeyi Japonize etmeye çalışmak ne kadar ironik olsa da, westernleri de Japonlaştırmaya çalışmak kaçınılmaz oluyor herhalde.  Ne de olsa Beyaz Türkler akşam yemeğinde sushi yiyor, omuz başlarına kanjili dövmeler yaptırıyor, sabahlıkların yeni adı da kimono.     "

Trailer da koyayım tam olsun:





That's the way, a ha-a ha, i like it a ha-a ha

Buraya pek yazamıyorum demiştim ya işte, sebebi budur:

bu bir

bu iki

bu üç

bu dört

Ha bu arada benden pek hazzetmediği halde burayı da sık sık okuyanlara teşekkürleri bir borç bilirim. 

 

Hollywood Extreme should be more extreme!




Geçen akşam Hollywood Extreme izlerken aklıma geldi, (gerçi bir yandan hep aklımda ama olsun) estetik ameliyat yaptırsam mı diye. Bilenler bilir, dalga geçenler geçer (ben de pek bir üzülürüm ya, evet); ortalama bir göğüs ölçüsünden (herhalde 80-85 oluyor bu) daha ufak göğüslerim var. Senelerden beri en yakın arkadaşlarımın Nadide Sultan soyundan geldiği de düşünülecek olursa işitebileceğim lafların hepsini işittim, artık edilen lafların bünyemde bir etki yapması söz konusu değil. Nedir yani, açık yakalı birşey giyerim (ki saklayacak birşeyim olmadığımdan göbeğime kadar da açarım), "oo sırt dekolten çok güzelmiş"; "ilerde çocuğun olursa aç kalacak"; "aha şu mermer masada bile daha çok pürüz var"; "12 yaşından beri bir gelişme gösteremedin" gibi laflar işittiğimde karşılıklı gülüyoruz. Zaten sorun da etmiyorum, zira kalçam da olmadığından ötürü oğlan çocuğu ebatlarını benimsemiş durumdayım. Ama oturdum inceledim, bu işin process i nedir öğrendim.

Öncelikle eğer bu tarz bir göğüs büyütme ameliyatına karar verdiyseniz karşınızda sizi birkaç yol bekliyor. Seçtiğiniz boydaki implantlar (ki normal/büyük/porno yıldızı olarak 3'e ayrılıyorlar) koltuk altınızdan başlayıp göğüs altınıza doğru ilerleyen ince bir kesikle, göbek deliğinizden açılan bir yuvadan göğsünüze kadar ilerletilen bir kanalla ya da göğüs uçlarınızın kavanoz kapağı gibi açılarak direkt ortasına yerleştirilmesi arasından seçim yapıyorsunuz. En az iz göbek deliğinden kalıyor ama bütün abdominal bölgeyi ağrılara teslim ediyorsunuz. Artık eskisi gibi silikon bazlı bir malzeme yerine tuzlu bir çözelti kullanıyorlar. Silikon kadar etkili bir sonuç vermese de herhangi bir yırtılma, akma durumunda sağlığınızı daha az tehdit ediyor. Düşünülenin ve görülenin aksine bu konuda hiçbir kompleksim olmamasına rağmen oturup izleyip üzerine de araştırma yapmış olmamın sebebi farklı.


Seneler boyu süren eğitimle zaten software upgrade i yapıyoruz. Eğitim bitiyor, iş hayatında da sürekli bir harddisk dolması yaşıyoruz. Ha bazılarının harddiskleri yetersiz kapasiteden ötürü bir yerden sonra alamıyor orası ayrı; bazen işlemci yavaş kalıyor ve algı sınırları zorlanıyor, bazen ram yetmediğinden ötürü mavi ekran veriyorlar. Nasıl bilgisayarlara 2-3 senede bir birtakım güncellemeler yapıyorsak kendi vücudumuza da bu tip şeyleri yapabilmeliyiz diye düşünüyorum. Henüz CRT monitör kullandığımız dönemlerde abartıp 21" ini almıştım, (hani bazı erkeklerin başka küçük yerlerini kompanse etmek için Hummer alması gibi) sonra zebellah gibi monitörün estetik açıdan ve masa kaybı açısından hoş olmadığını görerek 23"lik cinema display aldım. Hadi benimki görgüsüzlük biraz, ya da belki başka ufak yerlerime yönelebilecek olası ilgiyi dağıtmak için yaptım. Şimdi bilgisayarsal olarak memnunum hayatımdan, ama monitöre yakın bir para harcayarak kendi görüntümü de değiştirmeli miyim?

 Büyük göğüs merakı primal çağlardan gelen bir içgüdü. Açıklayacak olursam, büyük göğüsler ve yuvarlak kalçalar kadınlarda doğurganlığı simgeliyor. Zaten ilk çağlarda yapılan bereket/doğa/toprak tanrıçalarının idollerinde de böyle bir yaklaşım var. Kadının başlıca görevi doğurup üreyerek soyun devamını sağlamaktır. Aynı şekilde erkeklerde de geniş omuzlar, kaslı kol ve bacakların her zaman moda olması da o dönemlerden kalma bir durum. Erkeğin asıl görevi de kadını korumak, ava çıkıp kendisinin ve ailesini karnını doyurmaktır. Bu durumda büyük göğüs eğer "doğurganlığı" simgeliyorsa bunun neresi peki "seksi" diye düşünmeden edemiyorum. Basit bir şekilde "amaaan bunların hepsi aslında medyanın şişirmesi, ön tarafında iki tane karpuz taşımanın ne alemi var?" diye de geçiştirebilirdim ama bilimsel ve etnolojik bir şekilde açıklayayım istedim. 

Hollywood Extreme'de kendi vücutlarından ve görüntülerinden memnun olmayan bir grup insanın kendini beğenmek adına ne taklalar attığı anlatılıyordu. Eskiden çoğunlukla porno yıldızları ya da daha ciddi yapımlarda rol alan aktrislerin geçirdiği ameliyatların şimdi ayağa düştüğü, basit ev kadınlarının hatta benim gibi işsiz mimarların bile bu tarz ameliyatlar için bıçak altına yattığından bahsedildi (belki işsiz mimarlardan bahsetmediler ama geç bir vakitti, ben öyle algıladım). Ha benim böyle bir kompleksim yok, aman daha doğurgan durayım demiyorum ama eğer hardware upgrade yapabilme şansım varsa bu şansı daha başka alanlarda kullanmak istiyorum. 70'li yıllarda gösterilen "Six Million Dollar Man" ya da "Bionic Woman" dizilerindeki gibi olabilme şansım nedir, ben bunları öğrenmek istiyorum. Bir yerlerim büyüyecekse illaki, başka fonksiyonları da olsun. Örneğin bindiğim uçak düştüğünde beni şişme bot gibi karaya ulaştıracak göğüslerim olabilecek mi? Ya da araba kazası geçirirsem çarpışma anında airbag olarak kullanabilecek miyim? Ya da daha günlük hayat içinden düşünecek olursam, örneğin tv izlerken sehpaya ulaşmaya üşendiğimde üstüne bardak, patlamış mısır, kumanda, telefon gibi nesneleri koyabileceğim ekstra bir yüzeyim olacak mı?

Kasanın kendisinin değişiminden çok kasanın muhteviyatındakileri değiştirebileceğim günleri merak ediyorum. Ekranlarım full HD olabilir ama ben ne kadar full görüyorum onu bilmiyorum. Açıkcası 720p ile 1080p arasındaki farkı iki görüntü yanyana gelmeden pek algılayamıyorsam aradaki çok gb lik ya da çok tl lik farkı neyleyeyim? Bir yandan yazı yazarken bir yanda 3ds max'te modelleme yapıp, bir yandan da dizi izleyebiliyorum (ki iphone'da bile multitasking yok) ama ya daha çok işi aynı anda yapmak istersem? RAM arttırımı nerden yapabiliyoruz? Bende kaç ram slotu var ve işletim sistemim ne kadara kadar destekliyor? Yeni service pack ne zaman çıkacak? Firewall'umu açtığımda belki daha hızlı torrent indirebiliyorum ama dışarıdan gelecek saldırılara karşı daha hassas oluyorum, virüs korumamın süresi doldu mu? Sürekli kullanmadığım dosyaları sıkıştırsam harddiskimden tasarruf eder miyim? Defrag etmem ne kadar sürüyor beynimi? İşime yaramayan ya da artık hatırlamak istemediğim dataları/insanları silsem geri dönüşüm kutusuna gider mi? Bazen bazı şeyleri hatırlamakta zorlanıyorum, google search kullanmama daha ne kadar var? İlla X Men olma gibi bir niyetim yok, ama doğanın bahşettiği bazı özelliklerimi overclock etmek istiyorum. Estetik cerraha gidip bir usb giriş taktırmak istediğimi söylesem nasıl karşılar bilemiyorum gerçi ama şimdilik tıp dünyasının benim isteklerimi karşılayabileceğini de sanmıyorum. 


Bir yandan düşününce de iyiki henüz bu tip şeyler yapamıyorlar diyorum. Etrafta "ay çok kilo almışsın şekerim varil gibi olmuşsun" dediğimiz bayanların "ama memelerim var benim" gibi bir karşı argümanla geliyor olduğu gerçeğine ithafen beni zeka sorgulama sürecine sokuyor olmaları, bu tarz beyin upgrade leri ile nasıl bir hale  gelecekleri konusunda beni endişelendiriyor. Görünüşüm belki fitness videosu yapan Raquel Welch ya da beyaz bikinileriyle Bond kızı Ursula Andress kıvamında değil ama henüz koşup ameliyat olacak kadar da komplekse girmedim. O gün geldiğinde de henüz beyin upgrade i yapamadıkları gerçeğini bilip de organ eksikliği yaşayanları parmağımla gösterip "peki şimdi tanrınız nerde?" diye güleceğim.


 

Now in full technicolour!


Herşeyden sıkıldığım üzre blog'un görünüşü üzerinde de bir değişiklik yapma arayışına girdim. Uzun zamandır yazamayışımım sebebi bu değildi tabiki de; yok tatildi, yok anneleri İzmir'de ziyaretti, yok gribal enfeksiyonlardı , ev aramasıydı derken bir de işin içine resetmagazine'de yazma girince zaten haftada bir anca yazabildiğim yazıları başka bir yerde yayınlanmak üzere gönderince benim elimde birşey kalmadı. (ellerim bak boş kaldı, evet)Yakın bir tarihte (umarım) burada da yeni serzenişlerimi, dertlerimi anlatma derdine gireceğim. Israrla refreshleyiniz.

I do, or maybe I Do Not.

Düğünlü dernekli geçen haftalar sonunda, en sonunda bu haftasonunu evimde sağdan sola yuvarlanarak geçiriyor olmanın dayanılmaz hafifliği içerisindeyim. Her iki düğün de yakın iki arkadaşıma ait olduğu için gitmemem pek hoş olmazdı. Önce yollara düşüp Altınoluk'lara kadar gittik ilk düğün için. Plaj kenarında olması, gelin ve damadın denizden takayla gelmesi eğlenceli ayrıntılardı. Ama ne yazıkki düğüne giderken yanımıza bikinilerimizi almayı unutmuşuz, o yüzden tam tadını çıkaramadık. Herhalde saten ve tuzlu deniz suyu çok hoş bir karışım olmazdı.
İkinci düğün için tee Kemerburgaz'a kadar gittik. Az daha gitmiş olsaydık Bulgaristan sınırına geleceğimizden geri dönüp pasaportları
mızı almak zorunda kalacaktık. Bahçe içinde, meyve ağaçları altında çok nezih bir düğün oldu. Gelin ve damat çok heyecanlı değillerdi zira onlar için ikinci bir törendi bu. (Gelinimiz Kanadalardan olduğu için ilk düğünü orda yapmışlar, Türkiye'dekiler için ikinci baskı oldu bu.)




Zaten bu ay pek bir neş'eyle karışık hüzün içerisinde geç
ti. Düğünlerin dışında sevgili küçük kardeşim bir seneliğine Amerika'ya gitti. Bu benden uzaklaşıp paralel ve meridyen değiştiren sevdiğim ikinci erkek oldu, biraz dertliyim. Arada 10 saat fark olduğundan ötürü online olarak görüşmemiz biraz zor oluyor, Ateş uyandığında ben akşam yemeği yemiş, yatmaya hazırlanıyor oluyorum. (Yemek yedikten sonra hemen uyuyorum evet, homini gırtlak pufidi kandil tumba yatak)
Haftaiçlerim halen devam etmekte olan çalışma tempomdan ötürü biraz dolu. Haftasonlarını da dünya evine giriş törenlerine ayırdığım için boş vaktim bu aralar pek yok gibi. Hamster'ımın kafesini bile temizleyemedim bir haftadır, tüyleri yapışan talaşlardan Helena Bonham Carter gibi olmuş. (öyle birden aklıma geldi benzetme) Ben verdiğim fındıkları yiyor sanıyorum ama kendisi Karınca ve Ağustos Böceği hikayesindeki karınca gibi hepsini yuvasına saklamış, içerisi adeta kiler gibi olmuş. Zaten kendisi daha önce iki kere kafesinden kaçmayı başardı (açmayı nasıl becerdi bilmiyorum, Houdini herhalde) İlkinde akşam eve geldiğimde kafesinde fındıklarını yerken buldum. Herhalde Ice Age'deki Scrat gibi hazinesini başkasına kaptırmamak için geri döndü. İkincisinde kardesimin bubi tuzağı sayesinde (hahah, "bubi" dedim) yakalamayı başardık. Bir daha kaçarsa Ikea bisküvileriyle kandırmayı düşünüyorum, zira pek seviyor onları. Ebatları onun için biraz büyük olsa da, elinde tekerlek gibi tutarak yiyebilse de bir gün içerisinde komple tüketmeyi başarıyor. Sonra su kabının oraya seriliyor sıcaktan piştiği için. Bir dahaki sefere çayla beraber vermeyi düşünüyorum, içindeki harareti alsın.
Bu kadar düğünden sonra (topu topu iki taneler ama bünyeme fazla geldi) bir ROMCOM izlemek mantıklı geldi evlilik kaldırmayan bünyeme. Her genç kız beyaz elbiseyi giyeceği günü düşünür derler, belki "genç kız" klasından çıkıp kartlaştığımdan mıdır (gerçi 5 sene önce de d
üşünmüyordum bunu) ya da hayatımın geri kalanında uyandığımda aynı yüzü görmenin bende kaşıntı yapacağını bildiğimden midir bilemiyorum, evlilik kurumuna çok da sıcak bakmıyorum. Annem haricinde "Darısı başına" bile demiyorlar bana, o da herhalde hala bir umudu olduğundan diyor, gerçekleri kabullenemediğinden. Woody Allen'ın bir röportajında okumuştum, yanılmıyorsam Mia Farrow ile olan evliliğinden bahsediyordu. Central Park'ın iki ucundan ev almış, sabahları uyandığında pencereye çıkıp karşıda oturan karısına el sallıyormuş. Benim gibi "personal space" düşkünü olan bir insan için mükemmel bir çözüm, kabul edecek biri olursa da evlenirim herhalde. Yoksa "biz" demek zor bir kelime benim için.
Bu durumda Bride Wars hakkında yazmak belkli tematik olurdu ama filmi pek sevemedim açıkcası. Artık Anne Hathaway için "bu karı sana çok benziyor bak ikiniz de fırın ağızlısınız" dediklerinden midir, yoksa
evliliğe olan allerjimden midir bilemiyorum, ama imdb de bile 5.0 vermişler filme. Evet filmdeki bazı fikirler güzeldi (hoşlanmadığım insanlara uygulayabileceğim intikam şekilleri gibi) ama bütün olarak harcadığınız vakte değmez diyebilirim.

İkinci tematik seçeneğim I Love You, Man. Paul Rudd ve Jason Segel zaten sevdiğimiz iki aktör ve bu tarz romantik komediler için biçilmiş kaftanlar. Özet olarak Peter (Paul Rudd) kızarkadaşı Zooey (Rashida Jones - uzun süre nerden biliyordum bu kadını diye düşünüp sonra The Office'den hatırladım) ile evlenmeye karar verir. Ama Peter hep bir "kızarkadaş adamı" olmuştur ve yakın erkek arkadaşı hiç yoktur. Eloğlu düğünlerinde "best man" diye adlandırdıkları düğün esnasında yüzükleri taşıma görevini vereceği bir kimse yoktur. Böylelikle bir arkadaş arama peşine düşer ve Sydney (Jason Segel) ile tanışır. Daha önce hiç yakın erkek arkadaşı olmadığı için Peter bu duruma uyum sağlamakta zorlanır ve "olaylar gelişir".
Film mükemmel erkek arkadaş arayıp da bulamayan, bu tatmini izlediği filmlerde arayan Paul Rudd hayranları için geliyor. Bu adamı daha ne kadar bu tarz rollerde izleyeceğiz bilemiyorum (Over Her Dead Body, Role Models, I Could Never Be Your Woman) ama bir insana bir rol yapıştı mı yapışıyor herhalde. Eskeza, Jason Segel da hep esas oğlanın en yakın arkadaşı olarak karşımıza çıkacak herhalde (Forgetting Sarah Marshall'ı ben unuttum bile, size de tavsiye ederim) Peter'ın homoseksüel kardeşi Robbie'yi oynayan Andy Samberg'ı belki daha çok görmek isterdik (Hot Rod izlemediniz mi yoksa?) ama az ve öz ile yetinmek zorunda kaldık.
İki yetişkin erkeğin arkadaş edinmesi cidden zor bir iş olsa gerek. Kadınlarda belki daha kolay oluyordur bu, ne de olsa birlikte yapılacak daha çok aktivitemiz var (alışveriş gibi). Ama erkekler, biraz da maçoluktan olsa gerek, biraz kasılıyorlar bu tip durumlarda. Biz başka bir bayanı "Hadi kahve içmeye gidelim şekerims, dedikodu yapalım" diye çok rahat arayabiliyorken erkeklerin haftasonu maç olduğu zamanı beklemeleri lazım sosyalleşmek için. Eğer futbolla da alakaları yoksa (ki erkek arkadaşlarımın %95'inde olan bir konuydu bu, allaha şükür), hemcinsleriyle sosyalleşmek için daha farklı aktiviteler bulmaları gerekiyor. (oyun endüstrisi bu yüzden bu kadar gelişti yoksa hala NES ile oynuyor olurduk) Söylemek istemeseler de büyük bir kısmı homofobik, bu yüzden biraz da ters geliyor diğerlerini arayıp "Hadi abi" demek. Belki de birçok erkeğin kızarkadaş bulduğunda diğer arkadaşlarıyla olan ilişkilerini minimuma indirmeleri de bu yüzdendir. (oğlum sana söylüyorum, damadım sen anla)
Romantik komediler hep "chick flick" olarak sınıflandırılır ama I Love You, Man daha çok "bromance", yani iki erkek arasındaki ilişki üzerine. Gene de izlemek için erkek arkadaşınızı ikna etmekte zorlanabilirsiniz. Özellikle Forgetting Sarah Marshall izlediyse ve 15 dakikada bir Jason Segel'ı önden ful çıplak gördüyse, ben de olsam ikinci kez düşünürdüm. Filmin başından sonunda ne olacağını biliyorsunuz ama gene de bu sizi sıkmıyor ve bir sonraki sahnede ne olacak diye merak ediyorsunuz. Filmin en büyük sürprizlerinden biri çizgi romandan TVye uyarlanmış bir dizide oynayan bir şahsiyet. Kim olduğunu söylemeyeceğim, ama onu kızgın görmek istemezsiniz. Belki büyük bir sürpriz değil ama konuyla ilgili esprilerde kendi kendime güldüm. (Espriyi paylaşacak kimsem yoktu yanımda napalım, allaaam çok yalnızım)
Pazar günü inat edip kalmış ne kadar çöp dizi varsa izledim, kendimle gurur duymuyorum. 1 TB lık harddiskte 5 gb boş yer kalmıştı, o kadar çektim boşa gitmesin diye de kıyıp silemiyordum. Ama izledikten sonra hunharca sildim hepsini. Bir sonraki haftasonu aynısını çektiğim çöp filmler için de yapacağım. Gerçi yazacak birşey olmayacak bu durumda ama, kısmet.

Don't Panic.


Tatil yazısı yazacağım dedim, evet. Bir Hitchhiker's Guide To The Galaxy tadında yazmak isterdim, başlığın sebebi bu. Ama gelgör ki, blogger'da bile imkanlar kısıtlı. Urfa'da Oxford da olsa gerçi cibilliyetsizliğim sağolsun, ben beceremem zaten. Neyse sözü daha fazla uzatmadan Çalışanın Tatil Rehberi tadında ana maddeler altında izlenimlerimi kamuoyuna sunayım.
Öncelikle belirtmek isterimki, Türkiye sınırları içerisinde çalışan sade vatandaşlar olarak Çalışma Bakanlığı'nın bizim için öngördüğü tatil süresi, senede 2 hafta. İşverenin uygun gördüğü ise bu iki haftanın birbirini takip eden, ardışık haftalar olmaması. Durum böyle olunca takvimde 3 aya tekabül eden ama yaşadığınız coğrafyaya göre uzayıp kısalma durumu gösterebilen yaz mevsimi içerisinde bir hafta, kış mevsimi içerisinde de bir hafta olmak üzere hakkınızı tamamlayıp seneyi kapatıyorsunuz. Tabi bir de aynı işyeri dahilinde bir seneyi aşkın süredir çalışır durumda olmanız gerekiyor ki, 3 ayda bir iş değiştirip senelik izninizi her iş yerinde ikişer hafta kullanayım gibi bir cinlik yapmayın. (Benden önce düşünmüşler bunu evet)
3 senedir tatil yap(a)mamış biri olarak bu seneki tatilimin benim için ne kadar değerli olduğunu kelimelerle kifayet etmem zor oluyor. Zaten RAL kataloğunda 9000li hanelerde olan ten rengim; (ki kendisi beyaza tekabül ediyor, inşaat sektöründe olmayan arkadaşlar için dipnot, her şey mi pantone?) bir sene daha güneşlenip denize girmeseydi herhalde şeffaflaşacaktı. Neden bunca zaman denize hasret kaldığımı başka zaman anlatırım. Artık öyle değilim ya, umrum olmaz, peh.
  • Yol müzikleri
Özellikle tek başınıza değil de birkaç kişi birlikte aynı vasıta ile seyahate çıkıyorsanız yanınıza genişçe bir müzik arşivi almanızı tavsiye ederim. Herkes sizinle aynı zevki paylaşmıyor olabilir, arabada faşizme gerek yok. Ortalama, herkesin zevk alabileceği bir playlist oluşturunki yolda kan çıkmasın. Zaten havalar sıcak, insanın kanı kaynıyorken cinayet vakalarının artıyor oluşu tesadüf olamaz. Plajdayken zaten kulaklığınız var, kimse size karışmıyor. Ama yoldayken mümkünse arkadaşlarınıza "Anime Madness" gibi playlistlerle işkence yapmayın, yolculuğunuz Texas Chainsaw Massacre'a dönmesin.
  • Bavul ebatları
Dolaplara sığamadığımdan içerdeki odasını soyunma seksiyonu haline getirmiş biri olarak iki üç günlük seyahate gitsem bile yanıma minimum 50 lt lik çanta alma kapasitesindeyken 9 gün evden ayrılıp başka bir yere gidiyor olma fikri, "Her şeyimi bagaja nasıl sığdırırım?" sendromu yaşatıyor. Ama bencil olmamak lazım; bagaj ortak kullanım alanı. Bavul hazırlarken tatile götürmek istediğiniz eşyaları önce bir eleyip yatağınızın üstüne yığın. Bu yığıntıyı bavula tepmeye çalışmadan önce yarısını eleyin. Eğer hala yatağın üstünde 1m ye yakın bir yükseklikte giysi duruyorsa ya en yakın arkadaşlarımdan birisiniz, ya da indirim zamanı sizin yüzünüzden 36 beden kıyafet kalmıyor ve bu yüzden sizden nefret ediyorum. Eşyalarınız 50x70 bir bavul içinde üstünde zıplamak suretiyle kapanır hale geliyorsa artık hazırsınız. Unuttuğunuz birşey varsa gittiğiniz yerde de kredi kartı geçiyordur umarım.
  • Seyir esnasında şoförle konuşmayınız
Dikkat eşiği 2 cm geçmeyen biri olarak eğer şoför koltuğunda oturuyorsam sürekli aynı noktaya bakmak benim gibi biri için bazen zor olabiliyor. "Aa bak sağda zombi var" gibi ilgimi o noktaya çekecek konuşmalar ister istemez yalpalanmama sebep oluyor. Ama çene ishali olduğum da göz önüne alınacak olunursa 7 saate yakın bir süre boyunca da susmak, lugatimde kafama metal kova geçirilip düzensiz aralıklarla tepeden su damlatmaya benziyor. En iyisi sağdaki zombilerle yolun karşısındaki Death Star'ı boşverin, ekmek kaç lira, havalar da pek ısındı gibi daha günlük şeylerden bahsedelim.
  • ETA sixteen hundred hours
Her şeyin üstesinden geldiniz; onca eşyayı küçücük bavula tıktınız, kazasız belasız destinasyonunuza ulaştınız, otele girip bavulunuzu ilk uygun bulduğunuz köşeye fırlatıp içindekileri konfeti gibi yaydınız; artık üstünüzü değiştirip denize koşmak istiyorsunuz. Keşke hayat o kadar kolay olsa! Yemeksepetinden ne yiyeceğimi seçerken bile ecel terleri döktüğümden ötürü "Bugün nerede denize girsek?" gibi aslında çok mühim olan bir sorun karşısında kumlara gömülmüş Özgürlük Anıtı'nı gören Charleton Heston'a dönüyorum. Kederle karışık, hayatı sorgulayan ruh haline giriyorum. Command prompt gibi insanım, komutu girince uygulamaya geçebiliyorum anca, yoksa sonsuza kadar alt+tab yapmaya devam etmek zorunda kalırsınız.

Bundan sonrakiler artık yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini bize anlat şeklinde olsun çok isterdim ama Çeşme'de geçen 9 günün ardından akla gelebilecek çeşitli yiyecek maddelerinin muhteviyatına eklenen "sakız"dan bahsetmemek ayıp olur. Sakız dediğimiz gıda ürünü kendi adını taşıyan ağaçtan elde ediliyor. Botani uzmanı değilim ama bildiğim kadarıyla sakız ağacının reçinesi bizim çoğunlukla muhallebi sütlaç gibi sütlü tatlılarda kullandığımız damla sakızından oluşuyor. Çeşmeliler sağolsunlar sütlü tatlılarla yetinmemişler, akıllarına ne geldiyse içine sakız koyarak "Çeşme specialty" haline getirmişler. Örnek verecek olursak sakızlı Türk kahvesi, sakızlı kurabiye, sakızlı lokma, sakızlı dondurma, sakızlı milkshake, sakızlı alkollü kokteyller ve herhalde falım reklamındaki woooo diyen amcalara dönüşmemek için yiyip içmediğim birçok şey. Nasılolsa tatildeyiz, istediğimiz kadar arsızlaşabiliriz diye düşündüğümüzden ötürü ayıptır söylemesi ne bulduysak yedik içtik, gözümüz pek arkada kalmadı. Kavun içinde Marsilya şaraplı dondurma yiyemedik belki ama napalım, bir dahaki sefere gidişimize kalsın o da.
Tatil boyunca güneş altında malak gibi yatışlarım dışında akşamları Çeşme ve Alaçatı çarşılarında beyaz elbise avına çıkma gibi aktivitelerimiz de oldu. Bu senenin modası, plajlarda ve gece gezmelerinde; bol, hafif içini gösterir, sağı solu işleme opsiyonel, etekleri rüzgarda uçuşur elbiseler pek revaçta. Sokaklar ve plajlar Omo reklamları gibi. Ben beyaz giysem takribi 15 dakika sonra üstüne birşey döktüğüm için pek tercih etmiyorum ama tatile yeni çıkacak olanlar yanlarında bulundursunlar ya da gittikleri yerden alsınlar. Geriden takip etmeyelim bazı şeyleri.

Çeşme civarında tatil yapacaklar için deniz rehberi
  • En sıcak deniz Ilıca Büyük Plaj, ya da halk arasında bilinen tabiriyle, Halk Plajı. Cumartesi-pazarları fazla kalabalık oluyor ama hafta içi daha sakin. Halk plajı olmasına rağmen iki şezlong ve bir şemsiyeye 25 tl ödüyorsunuz, ayrıca duşlar da paralı.
  • Ayayorgi yolunda Sole mare, kumlu bir plajı olmasa da deck üstüne attıkları büyük minderler ve şemsiyeleri, iç kısımlarda çimenlerdeki hamakları ile göz dolduruyor.
  • Fun Beach, eski adıyla Kum Beach, incecik beyaz kumu, akvaryum kıvamında denizi ile biraz soğuk olmasına rağmen en sevdiğim plaj. Güneşlenmek için şezlong, minder, çimen, deniz dibi loca gibi seçenekleri var ama çimenlerde akrep görüldü, önceden uyarayım. Yolu biraz advance level, rahatlikla kaybolabiliyorsunuz. Tek kusuru park yerlerinde gölgelik yapmamışlar, eve dönüş biraz sancılı olabiliyor bütün gün güneş altında kızmış arabada.
  • Çeşme merkezdeki adıyla tezat Grand Beach'te denize sıfır localar, şezlonlar ve minderler var. Üstelik akşam üstü zenne gelip yanınızda kıvırtıyor.
  • Alaçatı denizi ileride çocuk sahibi olmanızı engeller nitelikte soğuk, Babylon'un bir numarasını görmedik. Ama Alaçatı'nın içi Çeşme merkezden daha güzel, emekli olunca yerleşmeye karar verdik. Bütün gün damla sakızı tüketeceğiz.
  • Günü birlik tekne turlarının büyük bir kısmı Hindistan'daki trenler kadar kalabalık, sürekli Serdar Ortaç ya da Hadise çalıyor. Bizim katıldığımız küçük ahşap bir teknede "Biz elitiz, ne erkek ne kadın zenne çıkarıyoruz, bütün gün Türkçe pop çalmıyoruz" diye aklımızı çeldi. Memnun kaldık kendilerinden, tavsiye ederiz. Sabah erken gidin gölge yer kapın yoksa akşama milletvekili dokunulmazlığı talep eder hale geliyorsunuz güneş yanıklarından.


Haliyle film/dizi izleyemedik bu aralar. Ama bu hafta sonuna kadar eksiklerimizi tamamlayacağız. Coming soon to a theatre near you.




back to the future, i mean work.


Çeşme'ye gittik geldik, pek bir eğlendik. Yüzdük bronzlaştık gezdik tozduk yedik içtik. Blog falan yazamadık haliyle, tatile notebook götürmeye karşıyız.
Çeşme'de de böyle Bora Bora havasında takıldık, düşman çatlattık. Iphone'dan pek birşey çekmedik, asıl datalar fotoğraf makinesinde. Bir ara onları da upload edip tatile henüz çıkmamış olanlara tavsiyelerde bulunacağız. Nerde ne yenir, nerde denize girilir hepsini bir bir araştırmacı gazeteci olarak anlatacağım. Ayşe Arman'dan ne eksiğim var canım, aaa. Dubai'ye gidemedik, bünyemiz o kadar sıcağı kaldıramadı belki ama kısmet işte, belki bir başka yaza.

Vampires on Holiday, Coming Soon.


Sıcaklar iyice bastırmışken gönül elbet tatil istiyor. Tabi öyle "hadi gidelim" denince de gidilemiyor tatillere, her ne kadar İzmirli olunsa da, senelerdir İstanbul'da yaşamanın verdiği bir "çalışma arzusu" ile tatile gitme planları erteleniyor da erteleniyor. Ama yok, haftaya beni kimse tutamaz. Ben de gidip bronzlaşacağım. Caddebostan'da zenci kırması ablaları görmekten gına geldi, adeta utanıyorum süt beyaz bacaklarımdan. Sol kol araba sağolsun baya bir pantone kodu fark attı vücudun geri kalan bölgelerine. Kollara 50, bacaklara 20 faktör sürerek biraz dengelemek lazım durumu ama güneşe ilk çıktığımda da 40 faktörden aşağısı kurtarmıyor genelde. Bronzdan çok ıstakoz kızılı, aşk ateşi gibi renklere dönüyorum. Ama bu sefer kararlıyım, spor salonunda solaryuma girip bu bedbaht kaderimi değiştireceğim. Topshop'a falan gitmek lazım tatil alışverişleri için. Seksi olsun diye bikini üstlerini küçük üçgenler yapıyorlar ama bana tam denk geliyor. Peh, elimizdeki neyse onu değerlendirmek lazım, napalım.
Dışarı çıkası da pek gelmiyor insanın bu sıcaklarda. Öğle aralarında yemek için caddede şöyle bir iki blok yürüyünce bile (aman çok Amerikalıyım, öyle blok falan), insan beyin haşlaması geçiriyor. Geçenlerde klimalar bile iflas etti, fancoiller sağolsun kapalı bir yerde olduğu için fazla ısındılar. Sevgili hamsterım, a.k.a. Kakashi artık çarkında dönmek istemiyor. Su haznesinin olduğu yerde uyuyor bütün gün. Ona da hak vermek lazım tabi, Ahu Tuğba gibi yaz kış kürkle dolaşıyor kendisi.
Gayet tabi evde oturunca da insan kendi beynini sıkıntıdan kemirmemek adına birtakım faaliyetler içine giriyor. Xbox da oyun oynamak olsun, film/dizi izlemek olsun, hamsterı topuna koyup evde bowling oynamak olsun geniş bir yelpazede can sıkıntısını gidermeye çalışıyorum. Hollywod her zaman hızımıza yetişemeyebiliyor ama sağolsun Bollywood bu konuda daha yardımcı. Filmleri fast-forward olarak sadece müzikli danslı kısımları izlesem de yeterince eğlenceliler. Birçoğu büyük prodüksiyon; yüzlerce ekstra kullanılmış, her sahne için özel kostümler dikilmiş, koreografi için çalışılmış. Konusunun o kadar önemi yok; zaten ya fakir genç zengin kıza aşıktır, ya da aileleri kavgalı gençler gizlice kaçıp evlenmek isterler. Arabesk bünyeler için birebir, hey hem Shakespeare de bunun ekmeğini yemedi mi yüzyıllardır?
Uzun uzun Hint filmlerini eleştirecek değilim. Zaten çok fazla bir beklentiyle izlemiyorsunuz; biraz dans biraz şarkı göreyim, iç mekanlarda kolon dış mekanlarda ağaçlar etrafında koştursunlar şakalaşsınlar, arada biraz üzülüp ağıt yaksınlar, ama aktrist değişse de kadınların sesi hep aynı tonda olsun, LP yi 45lik hızında çalar gibi biraz pitch biraz hız artsın. 2 saatlik filmi hunharca 20 dakikada izleyeyim, maksat gönüller bir olsun.

Uzun bir süredir düzgün vampir filmi izlemediğimi farkettim. En son izlediğim vampir filminin Twilight olduğu düşünülecek olursa, ki kendisinin de bir vampir filmi asla olmadığını savunuyorum halen, vampir filmi izleme ihtiyacımı giderme niyetindeydim uzun zamandır. Gerçi eski filmler klasörümde bolca Bela Lugosi filmi var ama gönül yeni arayışlar peşinde. Sürekli aynı yemeği ısıtıp ısıtıp önüme koymayın.

Bundan birkaç ay önce Lesbian Vampire Killers'ın fragmanını görüp oldukça heyecanlanmıştım. (Evet bazen içimde 12 yaşında bir oğlan çocuğunun yaşadığından şüpheleniyorum ben de) Açıkcası çok hardcore bir vampir filmi beklemiyordum izlemeden evvel, ki bunda da çok yanılmadığımı gördüm. Filmin ismi zaten filmden aslında ne beklemeniz gerektiği konusunda bayağı ipucu veriyor. Çıplak birbirini öpen kızlar, vampire dönüşenler, ve bunlarla karşı karşıya kalmak zorunda kalan asıl kahramanlarımız.
Filmin konusu oldukça basit. Bundan uzun yıllar evvel, (a long long time ago in a galaxy far far away) Vampir Kraliçesi Carmilla bir lanette bulunur; Craigwitch köyünde doğan bütün kızlar 18ini doldurduğunda vampire dönüşecektir. E tabi ortada vampir erkek olmadığından ötürü lezbiyen olmaları da sanırsam kaçınılmaz oluyor. Kehanete göre bunu durduracak kişi Baron'un soyundan gelmelidir ve Hades'in kılıcı ile Carmilla'yı öldürmelidir. Tabi vampirleri basit birer tahta kazıkla da öldürebiliyorken bu kadar teferruata ne gerek var diye düşünebilirsiniz ama film bu kafada işliyor ancak.
Başlığı gördükten sonra filme atlayacak erkek çocukları için uyarım, çok fazla lezbiyen aksiyon sahnesi ne yazıkki yok. Az bir göğüs, biraz popo, bir iki de öpüşme sahnesi ile yetinmek zorundasınız. Jeffrey'in sevdiği filmler arasına girme ihtimali çok düşük. (Lesbian Spanking Inferno, evet) Shaun of the Dead izleyip sevdiyseniz bu filmi de onun birkaç kademe aşağısı olarak düşünüp izleyebilirsiniz. Espri dozajı düşük, konu vasat, karakterler zayıf. Ama gene de kötülemiyorum, bu sıcak yaz akşamlarında aman ne izlesek diye düşünen seyirciler için birer paket patlamış mısır eşliğinde izlenebilecek bir film.

trueblood
Vampirlerden konu açılmışken True Blood izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. (hani izlemezseniz gece evinize gelip tekme tokat zorla izletirim, o derece) Anna Paquin'in sarı lepiska saçlarına uzunca bir süre alışamamış olsam da dizi koşuyor. Bill'in Sookie deyişi orgazmik, insanda ben de vampirle çıkmalıyım galiba, evet hissi uyandırıyor.

Fazla vampirli bir post oldu gerçi bu, allah sevdiğine bağışlasın diyoruz.

Annie is not O.K.

Sabahları bütün interneti rss'te özetleme çabasında bir insansanız, gözünüzde çapağınızla uyanır uyanmaz bilgisayar başına koşturuyorsanız, rss'lerinizi kategorize edip sabah sabah eğlenceli birşeylerle başlayayım sonra iş kısmına dönerim diyorsanız, beğendiğiniz şeyleri bencillik etmeyip başka insanlarla da paylaşıyorsanız, sizinle arkadaş olabilirim. Çok ciddi birşeyler vaat etmiyorum;en yakın arkadaşınız olamayabilirim, ya da evlenip çoluk çocuğa karışamayabiliriz ama gene de denemekte fayda var.
Akşamları işten ya da spordan eve döndükten sonra ilk yaptığınız şey mail ve rss kontrolü ise, acaba torrentlerim bitmiş mi, aman boş durmasın yenileri gelsin diyorsanız, yeni hangi filmler var trailer izleyeyim, yeni hangi müzikler var aman dinleyeyim diyorsanız sizinle arkadaş olabilirim. Gül bahçeleri vaat etmiyorum, hep birlikte olacağız demiyorum ama gene de bir şans verebiliriz.
Haftasonları kalkınca canınız dışarı çıkmak istemediğinde, bir hafta boyunca çektiğiniz bütün filmleri izleme saplantınız varsa, aman akşamı da getirdik hadi dışarıya çıkıp birşeyler yiyelim içelim, olmadı evde beşbinikiyüzseksenyedi film var izlenmemiş daha izleriz diyorsanız, filmden gına geldi animasyon falan mı olsa yoksa diyorsanız sizinle arkadaş olabilirim. Ruh ikiziniz değilim belki, bütün sırlarınızı bana anlatmayabilirsiniz ama gene de denemekten zarar gelmez.

Yok yani pankart açmadım arkadaş olalım ah çok yalnızım diye, seçenekleri değerlendiriyorum.
Hayatımın uyanık olan kısmının %97'sini bilgisayar başında geçiriyor olmam bana carpal tunnel gibi hastalıklar dışında daha başka şeyler de vermeli arada, hep otur otur siyah üstü renkli çizgili desenli autocad'e bak, gri üstü beyaz gridli 3d max'e bak, olmadı işin yoksa bir browser'a bak nereye kadar yani.

Aslında sevmiyorum bu kadar çevrimiçi bir hayat yaşamayı. İnsanların evlenip boşandıklarını facebook statülerinden, kahvaltıda ne yediklerini twitter'dan, en son dedikoduları friendfeed'den, ne dinleyip nasıl bir halet-i ruhiye içinde olduklarını last.fm'den öğrenmektense daha fazla interaksiyona girip olay yeri incelemesinde bulunmayı tercih eden insanlardanım (csi new york) Ama gel gör ki kazın ayağı böyle değil, adı geçen bütün internet sahifelerinde birer account'um var ve düzenli olarak burdan ajanlık yapıyorum. Bir de blogger account'um var ki işte, evlere şenlik. Film/dizi yazısı yazacağım ayağında kilobytelar ayarında mızıldanıyorum. Durum böyleyken böyle.

Internetlerde okuduğum dataların %80 oranında "haux" olduğu düşünülecek olursa, MJ öldi mü, isız ajun kaldi mu tadında bir haberin doğruluğuna inanmam biraz zaman aldı. Hadi canım, gencecik adamdı neden ölsün ki diye düşünürken konu hakkında rss yığılmaları bir dur ya neler oluyor diye düşünmeme yol açtı. Noel Baba'nın gerçekte varolmadığını öğrenmem gibi Michael Jackson'ın ölmüş olması da herhalde beynimin tezahür etmekte zorlanacağı bir durumdu. Ama ne yazıkki, her ne kadar doğru olduğuna inanmak istemesem de her yerde aynı haber, her yerde aynı hikaye.
Zaten burdaki konseri de son anda iptal edilmişti, yurt dışında da izleme şansım olmadı, ve artık canlı izleme şansım hiç olmayacak mı diye düşünmeye başladım. Sabahları işe giderken ayılmak için illaki dinlediğim Don't Stop Till You Get Enough'ı artık daha buğulu gözlerle mi dinleyeceğim? Thriller'ın videosundaki dans sekansını boşuna mı ezberledim? Smooth Criminal'daki gibi yere düşmeden öne eğilip kalkmayı zaten hiçbir zaman çözemedim, şimdi çözsem de bir anlamı yok mu yani? Küçükken korktuğum için koltuk arkasından izlediğim ama gene de her sabah aksatmadan izlediğim ve kafasını bozduğum Thriller BetaMax'ım nerede benim? Babamın 4. doğumgünümde hediye ettiği ve kullanmasını bilmediğim için hergün dinlemekten çizilip yıpranan Thriller plağımı bulamıyorum. Ve bütün bunlar canımı sıkıyor.
Hakkında yayınlanan garip haberler (her sabah uyandığında burnunun yeri değişiyormuş da bir saat yerine yerleştirmekle uğraşıyormuş, evet mr potato head kendisi), duruşmaya pijamalarıyla geldi bak ne kadar hasta denmesi gibi laflar zamanında üzülmeme yol açtı. Aman çamur atayım izi kalsın mantığında bu hareketler kime yapılırsa yapılsın büyük üzüntü ve sıkıntılara yol açar. Geçmiş olsun, başımız sağolsun, çocukluğumuzun ikonasını kaybettik. Halen korumaya çalıştığım içimdeki çocuk yatağına yüzükoyun yatmış, yastığı ağlamaktan sırılsıklam olmuş.
mj

Yaptığı her şarkıyı bayıla bayıla dinlemiyordum belki ama hayatıma Billie Jean, Thriller, Man in the Mirror, Beat It, Don't Stop Till You Get Enough, Dirty Diana ve daha adını yazmadığım onlarca şarkıyı katmış biri hakkında kötü bir söz söylemeye ve söylettirmeye içim elvermiyor. Bu satırları yazarken bir yandan Moonwalker'ı üçbinaltıyüzkırksekizinci defa daha izliyorum ve üzülüyorum. Hep beraber Neverland'e gidip Bubbles'a muz yedirelim. Ama önce beyaz ışıltılı eldivenlerimi bulmam lazım.

Vampire Girl vs. Frankenstein Girl



Siz de benim kadar heyecanlanıyor musunuz?

Let There Be TV.

Yaz sıcaklarının sıvı kıvamda sırttan aşağı yerçekimine riayet ettiği bugünlerde, dizilerin de tatil sezonuna girmesiyle eskici sandığını açmak haricinde pek bir alternatif kalmıyor. Belki bir gün canım sıkılır da izlerim diye harddiskimde ikamet eden birtakım dizileri teker teker tüketmiş durumdayım. Birçoğu hakkında pek yazmaya değer bulmadığımdan izlendikleri gibi DVD'lere yazılıp uygun case'lere konarak arşive kaldırılıyor. (evet arşivleme canavarıyım ve 5328756 case arasından istediğimi bulmam yaklaşık 45 saniye sürüyor, o derece de düzenliyim) Tam da biraz da dizi yazayım, ama eski bunlar hep derken imdadıma Showtime yetişiyor ve Nurse Jackie adlı yeni bir dizi ile bizleri karşılıyor.



Açıkcası daha vizyona girmediğinden ama torrenkler sağolsun "preair" olaraktan bizlerin beğenisine sunulduğundan ilk iki bölümünü izleme şansım oldu. (and the oscar goes to ttnet)
Gerçi artık hastanede geçen dizilerden ikrah geldi, (ER, Scrubs, House MD, Grey's Anatomy) ve bir tane daha kaldıramam diye düşünüyordum. Nurse Jackie'nin sadece ilk iki bölümünü izlemiş olmama rağmen illa birisine benzeteceksem biraz ER'ın atmosferi, biraz da House MD'nin kara mizahı olarak sınıflandırabilirim. Ana kahramanımız Jackie, hastanenin acil servisinde çalışan görmüş geçirmiş bir hemşiredir. İşindeki tecrübesi onun doktorlara bile kafa tutmaya yeltenmesine olanak tanımaktadır (Scrubs'daki Carla gibi). Herkes gibi kendi sorunlarıyla zorlukla başa çıkan Jackie çözümü kimyasal maddelerde arar. (House gibi, aynı evet) Sadece iki bölümünü izlemiş olduğumdan çok fazla bir yorum yazamıyorum, ama şimdilik izlenebilir bir dizi gibi gözüküyor. Başarılarının devamını diliyor ve başka bir habere geçiyoruz.

4 sezondur severek takip ettiğimiz Weeds'in 5. sezon ilk bölümü internetlere düştü. Tükenmeden alınız.

Bir süredir beynimi kemiren bir konu var. Acaba artık dizi yapımcıları süper yakışıklı jönler, barbarella tadında ablalardan sıkıldı da; onun yerine ana kahraman olarak daha çok sıradan, hatta mümkünse sakar, asosyal, hayatta çok başarı elde edememiş karakterleri mi tercih eder oldu? Hani düşününce bir ara çok popüler olan "pembe dizi"ler teker teker yok olurken (Young and the Restless'i ayrı tutuyorum, beni bile gömer o dizi), onların yerini mükemmellikten uzak karakterli yapımlar mı almaya başladı. Anneannem hergün 17:00 sularında offline olurdu, dizisini izlemek için. Evde kimseyi konuşturmaz, televizyon kumandası üzerindeki hakkını da kesinlikle devretmezdi. (allahtan arada bir bize uğruyordu ve evde her odada bir televizyon vardı, görgüsüz olduğumuzdan ötürü) Şimdi sabahları Seda Sayan (ya da Pasifik ötesindeyseniz Oprah Winfrey) var da sabah kuşağında bir yandan fasulye ayıklarken annelerimiz televizyonda bunları izliyor. Böyle bir yenilenmeden ötürü de samba kokulu dizilerin de popüleritesi azaldı. Belki de jenerasyon değişti, ihtiyaçlar değişti; bunu gören yapımcılar da farklı alanlara yönelmeye başladı.
Hala tabi "gençlik dizisi" başlığı altında lüks arabalı-marka kıyafetli-full makyaj karakterli diziler mevcut. The O.C. nin elde ettiği başarıyı gören yapımcılar bunun bir de doğu yakası versiyonunu çekelim, ortaya Gossip Girl çıksın demişler. (Seth Cohen'in hepimiz hastasıydık ama üzgünüm, Dan Humphrey aynı etkiyi bırakamadı) Eskiden Beverly Hills nineohtwooneoh vardı, bunun da yenisini çekelim bakalım diye düşünülmüş ama o da tutamadı ne yazıkki, becerememişler. Bu durumda ne varsa eskilerde var demek lazım.
İki paragraf önce bahsini açtığım konuya dönecek olursam; evet, anti kahramanlar. Örneklerle açıklayayım da daha anlaşılır olsun, sonrasında cümle içinde de kullanır, pekiştiririm.
  • Chuck: Diziye adını veren karakterimiz eli yüzü düzgün, ama komşunun oğlunda da bulabileceğiniz bir çekiciliğe sahip (oturduğunuz semte bağlı) Biraz sakar, eloğlunun "nerd" diye tabir ettiği sosyalden çok bireysel aktivitelerden hoşlanan (bilgisayar oyunları gibi, yanlış anlaşılmasın) bir karakter. Ortalamanın üstünde bir zekası var, ama onu ajan yapacak sezgilere ya da fiziksel kabiliteye sahip değil. Bari yanına eli yüzü düzgün bir kız verelim de ortalamadan kurtarıp dörtbuçuktan beş alırız demişler. Sonuç olarak severek izliyoruz ve devamını merakla bekliyoruz.
  • Reaper: Ana kahramanımız Sam, 21. yaş gününde ailesinin şeytanla yaptığı bir anlaşma sonucu ruhunu sattığını, ve ölene kadar onun adına çalışması gerektiğini öğrenir. Her bölümde ayrı bir maceraya koşarken bir yandan vasat bir işte çalışır, ilkokul sıralarındayken aşık olduğu Andi'yle inişli çıkışlı bir ilişkisi vardır (gene fena olmayan bir kız), arkadaşları ondan daha sakar ve tipsizdir. Bu durum dizinin eğlenceli olmadığı anlamına gelmiyor tabiki de.
  • The Big Bang Theory: Dizide 4 erkek bir de bayan olmak üzere 5 ana karakter var. Erkekler vasatın altında bir fiziksel görünüşe sahip, bayan da çok abartı kaçmasın diye ortalamanın az üstünde güzellikte seçilmiş. 4 erkek de fizik/mekanik/mühendislik gibi alanlarda süper zekalara sahipler, kontrast olsun diye de abla pek de zeki olmasın denmiş. Erkekler kendi içlerinde bir sosyalliğe sahipler (yani başka arkadaşları yok). Her birinin kendine has kusurları var; Wolowitz Yahudi (evet, belki bu da bir kusur), Raj kızların yanında konuşma yetisini kaybediyor, Leonard içinden çıkamadığı sorunlara giriyor, ve Sheldon zaten başlı başına bir problem. Bir de içine bol bol Star Wars/Star Trek göndermeleri, bilgisayar oyunları, çizgi romanlar atıyorsunuz ki çorbanız kıvama gelsin. Ekranda "eye candy" olarak tabir edebileceğiniz, giyimine özenebileceğiniz bir karakter olmasa da eğlenerek izliyorsunuz.
Düşününce liste bayağı bir uzuyor tabi. Daha ailemizin anti kahramanı Dr. Gregory House, villain olmasına karşın kızların sevgilisi (ehm ya da benim, evet evet sadece benim) Zachary Quinto/Heroes, hatta aynı diziden Masi Oka. Sanırsam artık Brangelina devri bitti, (hatta evlerini bile ayırmışlar bak) devir sıradan insanların devri. Belki ben de bir gün şöhreti yakalar, dizilerde falan oynarım. Mimarlıkta para yok zaten, eline kağıt kalem alan müteahhitlik yapıyor.


Ah gece gelme gündüz gel, tenhalarda menhalarda.

Erken emeklilik yasa tasarısını kendi üzerimde denediğim şu günlerde, üretkenlik katsayım arttı. Önce İzmir'e gittiğimde annemin kullanmadığı dikiş makinesinde hak iddia etmemle başladı. Eminönü'ne gidildi (abuk subuk sokaklarında sağ aynamı kırmam pahasına), kumaşlar alındı ve kendime etek dikildi. Geleceğin Vera Wang'i olacağımı söyleyemem, ama ilk deneme açısından başarılı olduğum söylenebilir. Daha sonra uzun zamandır beynimi kemiren arka bahçemi renovasyon işine girildi. 3 senedir kendisini çöplük olarak kullandığımdan (komşularımın da bunu farkedip bilumum çöplerini aşağı sallamasının da katkısı oldu); biraz savaş alanı kıvamındaydı. Temizlendikten sonra Koçtaş'a gidilip suni çim halı, bambu çit, beyaz çakıl taşı, bahçe aydınlatması gibi hırdavatlar alınıp; peyzaj mimarı kıvamında bu alanın düzenlemesi yapıldı. Sonuç belki cennetten bir parça olmadı ama, imkanlarımızla anca bu kadar. Yattığımız hamak çürümüş kış koşullarından, ona üzüldüm bir. Gidip yenisini almak lazım. Bu kadar iş, benim tembel bünyemde ne zaman arıza çıkarır bilemiyorum, ama daha çek-senet mafyasıyla uğraşmam lazım. Hayatım romantik komediden aksiyona geçiş yapacak.
İki gündür fetret devrine girdim. Sabahları geç kalkıp göbeğimi kaşıya kaşıya (spora da gitmeyince hafif bel verdi, ama o kadar çok değil, hala bikini giyebilirim) rss leri kontrol ediyorum. E3 sağolsun bütün teknoloji blogları/sayfaları günde beşbinikiyüzellisekiz feed'le coşmuş durumda. Bakmayınca dağ oluyor, sonra başa çıkamayınca "mark all as read" yapıp arada güzel şeyleri kaçırabiliyorsunuz.
Pek güncel bir haber olmamasına karşın, MTV'nin Movie Awards'unu izledim/inceledim. Düşünüyorum da, eskiden sanki bu ödüller daha mantıklı bir şekilde dağıtılırdı. O zaman da oylama sistemine dayalı bir seçim mantığı vardı, demekki eskiden oy verenler (şu anda yaş ortalaması 25 civarı olanlar herhalde), daha akıllıca seçimler yapıyorlardı. İzleyenler ya da haberlerde okuyanlar bilir, ödüllerin büyük bir kısmını Twilight aldı. Açıkcası bu kadarını da beklemiyordum. Tamam, tam MTV gençliğine hitap eden bir film/roman ama aklı başında bir insan oturup izlediğinde "WTF" demekten kendini alamıyor.



Öncelikle Twilight'ın bir vampir filmi olduğunu unutmamak lazım. Bütün vampir filmleri Bela Lugosi ayarında olacak diye bir kural yok, ama geneline baktığımızda bu filmlerin birkaç ortak noktası olduğunu görüyoruz: Vampirler seksi, insanları kolaylıkla baştan çıkarabiliyorlar; vampirler güçlü, insanlardan daha hızlı, daha çevik, daha kuvvetliler; vampirler gizemli, son ana kadar aslında vampir olduklarını anlamıyorsunuz; vampirler akıllı, uzun yaşamları onlara belirli bir bilgelik vermiş. Twilight'ta ise vampir öğesi sonradan eklenmiş gibi duruyor. Sanki ilk yazılırken lise çağlarında olan iki gencin aşk hikayesi diye başlamış, sonra hikayeyi biraz daha ilginçleştirmek adına word'de "find and replace" yapılmış gibi vampirler yerleştirilmiş.

faggot

aradaki farkı bilmek lazım tabi.

Film bütün kötü eleştirilere rağmen inanılmaz bir hasılat yaptı. Tabi bunun sebebi serinin kendi hayran kitlesi. 13-18 yaş arası gotik genç kızlar, "aaay ne kadar romantiiiik" diyerekten kitapları ellerinden düşürmeyip, bir yandan da "gotiklik"lerinden ödün vermeden, genç kızlarda bu yaşlarda görülen arabesk aşık olma dönemini atlatıyorlar. Yazar bu konuda biraz cinlik yapmış; bu yaş aralığındaki genç kızlar ilk aşık oldukları dönemde gördükleri herşeyi kendi hayatlarıyla kıyaslıyorlar. Tabi bütün kızlar da aynı tornadan çıkmış değiller; bir kısmı okulda cheerleader formasıyla dolaşıp okulun futbol takımındaki çocuklarla çıkıyorlar, bir kısmı bol siyah makyajlı-eyelinerlı dolaşıp kimsenin onları anlamadığını düşünüyor (ki Twilight'ta biz daha çok bunlarla ilgileniyoruz), bir kısmı kendini okula verdiğinden zaten bu olaylara girmiyor. Yazar da böyle bir kitle için yazılan eserlerdeki boşluğu görmüş olacakki, fill in the blanks durumuna girmiş. Sonuç büyük başarı sağlamış ama dediğim gibi, belirli bir kitle için.
Bu tarz bir serinin filme dönüştürüldüğünde kazanılacak çil çil altınları düşünen yapımcılar da kolları sıvamış, ve ortaya böyle bir film çıkmış. Birçok forumda hayran kitlesinin yapılan acımasız eleştirilere olan karşılığı, Twilight'ın aslında bir vampir filmi olmadığı, vampir öğesinin orda bir metafor olduğu, ikili ilişkilerdeki insanlar arasındaki farklara rağmen birbirlerini sevebileceği üzerine. Sorun şu ki, Bram Stoker da aslında Dracula'yı yazarken "vampirliği" bir metafor üzerine kurmuş; o dönemde oldukça yaygın olan ve cinsel yolla bulaşan frengi hastalığı. Bu yüzden "aslında ordaki vampirler metafor, siz anlamıyorsunuz" diye gelmeyin, işin çıkış noktası zaten bu.
Kitap serisini okumama sebebim Ayşegül'ün yeni maceralarını okumama sebebimle aynı, belirli bir yaş ortalamasının üstünde olmam. O yüzden kitap vs. film karşılaştırmasını yapamıyorum. Ama hayranlarından gelen yorumlara bakılacak olursa orijinaline sadık kalınmış, hepsi filmi izlerken orgazma ulaşmış. Bu yüzden yaptığım eleştiriler ne yazıkki izlediğim filmle sınırlı.
Filmde CGI için Industrial Light and Magic göreve çağrılmış ama sanırsam öğle tatillerine denk geldiği için o sırada ofiste bulunan çaycı işlerini halletmiş. Veyahut benim 3D işler için uyguladığım fiyat/kalite sistemini kullanmışlar; x kadar para verirseniz y görüntüsünü alırsınız şeklinde. Filmin genel olarak görüntü yönetmenliğini sevdim, renk paleti ve fonlar çok güzel, hikayeyle örtüşüyor. Oyunculuk açısından fazla söyleyeceğim birşey yok, hikayenin genel kabızlığından ötürü ne yazıkki oyuncular da sanki en iyi performanslarını gösterememişler, Robert Pattinson sürekli boşluğa uzun uzun ve mal mal bakarken görüntülenmiş.
Gene de bu kadar ödüle boğacak bir film miydi, tartışılır. Aslında alnı şimşek izli yuvarlak tel gözlüklü küçük büyücü dostumuzun serisiyle karşılaştırmak daha mantıklı geliyor, ama kendilerini pek sevdiğimden çok sağlıklı bir karşılaştırma yapabileceğim söylenemez. Hele bir serinin ikinci filmi çıksın, öyle konuşalım.

I'll Be Back.

Sıkıntıdan ya da yapacak iş olmamasından olacak, bu aralar sürekli bir sinemaya gider olduk. Artık sinema salonlarının patlamış mısır kokusu mu cezbediyor, ya da Cevahir'deki ice slush'lar mı, yoksa İstinye Park'taki meyveli dondurmalı kalori bombaları mı bilemiyorum; ama film izlemekten çok sinema salonunda yemek yiyor oluşum bir gerçek. Sporu da salladık bu aralar, allah sonumuzu hayır eylesin.
Kişibaşına 3 alışveriş merkezi düşmeden önce en çok gittiğimiz sinema Profilo'ydu. Sonradan Kanyon falan açıldı, Death Star içinde film izleme keyfi bir başka oldu. Üstelik tuvaletleri bile es geçmemişler, otururken karşınızda fragmanlar dönüyor ayna yansımasından. Daha sonra İstinye Park'ın IMAX farkı hepsinden üstün geldi, uzak da olsa oralara gider olduk. (ama hala seni affetmiş değilim herkesin ortasında bagajdaki bavulumu açtırdığın için) İzmir'de lisedeyken EGS'ye gidiyorduk, hem iki apartman yanımızda olduğundan ötürü, hem de koltuklarının La-z-Boy'dan esinlenmiş olduğu için. Evet, güzel günlerdi onlar da.
Film festivallerini çok sevememe sebebim de filmlerinin çoğunun Taksim'deki sinema salonlarında gösteriliyor oluşu. İlla alışveriş merkezlerindeki sinemalara giderim diye bir ısrarım yok ama gerçekçi olalım; park sorununuz olmuyor, salonlar yeni yapıldığı için koltuklar daha rahat (sırtımdaki kulunçlardan birinin sorumlusu Emek Sineması'dır, evet), görüntü ve ses sistemleri daha iyi, ve sanırsam bu aralar pek üstüne düştüğüm (ne yazıkki) antraktta alabileceğiniz yiyecek ve içecekler daha çeşitli ve doyurucu olması. Rahatına düşkün, şımarık ve obur bir sinema izleyicisi olarak tercihimi de bu yönde kullanıyorum.
Dün akşam Terminator Salvation'ın özel gösterimine gittik. Terminator serisi artık beni eskisi kadar heyecanlandırmıyor olsa da Christian Bale'in oynuyor oluşu filme daha bir sıcak bakmamı sağladı, kendisi her rolün adamı ne de olsa (Public Enemies'i ısrarla bekliyoruz) Ama ne yazıkki filmi Bale bile kurtaramamış, ortaya saçma sapan bir şey çıkmış.



Filmde bol aksiyon sahnesi var ama gene de birşeyler eksik kalmış, tam doyuma ulaşamıyorsunuz. Bir sürü yeni terminator modeli koymuşlar (daha önceki filmlerde gördüysem bile hatırlamıyorum) ama nasıl oluyorsa baya basit bir şekilde alaşağı edilebiliyorlar. Man vs. Machines zaten kafamın almadığı bir konsepttir, hani California valisi bile olsanız karşınızda %100 titaniumdan oluşan ve sizi öldürmeye programlı dev bir robotu nasıl yenebilirsiniz, çözemiyorum. Hadi onu geçtim, Terminator'ın hikayesinde insanları toplayalım üzerlerinde deneyler yapalım, etinden sütünden faydalanalım gibi Matrixsel bir hikaye var mıydı? Seriyi bir kez daha izlemeliyim sanırsam.
Artık sağımız solumuz CG olduğundan mıdır nedir; Terminator 1 ve özellikle Terminator 2 beni bu açıdan daha bir etkilemişti. Özellikle ikinci filmde T-1000'in demirlerden geçmesi, eriyip civalaşıp yeniden birleşmesi küçücük aklımı başından almıştı. Hani şimdi 3D Max'i açıp ben de abuk subuk şeyler yaptığımdan mıdır nedir, gördüğüm birçok CG için, heh bunda ne var, uğraşsam ben bile yaparım tepkisini veriyorum. (evet baya bir uğraşmam gerekir belki ama yaparım dedimse yaparım, peh) Sanırsam bu konudaki açgözlülüğüme Transformers 2 derman olacak. (evet onları yapamam, herkes haddini bilmeli)
Terminator Salvation beni pek tatmin edemedi. Senaryosu dandik (koskoca skynet olmuşsun, hala kumpas peşindesin) Christian Bale haricine oyunculuk vasat, film genel olarak serinin bir sonraki filmine geçiş olarak düşünülmüş (biz bunun kaymağını daha yeriz, gözümüz doymuyor kafası), diyaloglar yer yer O.C. den esinlenmiş gibi (McG biliyoruz, aşamadın bunu). Gene de tabi gidip görmek, eksik kalmamak lazım. Transformers da böyle çıkarsa artık aksiyon filmlerinden umudu keserim ama.

Şehre Sirk Gelmiş

carnivale


Dizilerin birçoğu tatil sekansına geçmiş olduklarından ötürü, önceden izlenmemiş olanların oturulup gözden geçirilip, "add to gomplayer" sağ tıkıyla hayata geçirilmesi mevzubahis bu aralar. Arada televizyonda rast geldiğim kadarıyla "Carnivàle" izleyebilmiş olduğum ve dizinin aslında gayet de izlenmesi gereken bir dizi olduğunu düşündüğüm için kendisine yeniden bir şans verme kararı aldım. Carnivàle öyle hergün izlediğimiz diğer dizilere benzemiyor, arka arkaya ekleyip çekirdek çitleterek (ya da annemin söylediği gibi, çekirdek "çinterek") izlenmiyor. Her bölümden sonra oturup biraz soluklanıp, kramp girmesin diye biraz sindirdikten sonra bir sonraki bölüme geçebiliyorsunuz. Belki de benim için geçerlidir bu durum, zira art arda izleyemeyeceğim, ya da beynimin alamayacağı kadar derin, karmaşık bir dizi Carnivàle. Beyin de bir kas tabi, uzun süre çalıştırmayınca hamlaşıyor, kapasitesinin altında çalışmaya başlıyor. (Arka arkaya 10 sezon Friends izlediğim gözönüne alınırsa, rahatlıkla açıklanabilir bu durum)

Dizimizin ana karakterlerinden diye tanıtabileceğimiz Ben Hawkins, daha ilk bölümde trajik bir şekilde annesini kaybeder. Tesadüf odur ki, tam o sırada oradan geçmekte olan carnivàle ekibimiz, Ben'i de aralarına almayı teklif ederler. Ben bunu kabul etmekte başta tereddüt etse de, kaderinden kaçamaz ve ekibe katılır. Hayatta tesadüf diye birşey yoktur ama, her olayın belirli bir sebebi, sonrasında da sonucu vardır. Kahramanımız da aslında aramızda dolaşan "normal" insanlardan biri değildir ve farkında olmasa da ekibe sandığından daha kolay uyum sağlayacaktır.
Carnivàle ekibi, 1930'ların dolaşan lunapark/freak show'undan bekleyebileceğiniz her türlü insanı barındırıyor. Dans edip şarkı söyleyen yapışık ikizler, sakallı kadın, kertenkele adam, +18'e hitap eden revü kızları, geleceğinizi tarottan okuyan çingeneler ve daha birçoğu.
Tabi Carnivàle'in hikayesi seyahat eden bir sirk olmaktan çok daha öte. Dizideki her karaktere az biraz bulaştırılan mistisizm, zaten izlerken tüylerinizi yer yer diken diken eden atmosferler ve ışıklarla da birleşince karşınıza görsel olduğu kadar zihinsel de bir şölen olarak çıkıyor (klişe cümlelerde bu hafta). Yüzeysel bir insan olduğum halde (evet, şarap yudumları eşliğinde şömine başında saatler süren felsefi konuşmalardan hiç hoşlanmam, hatta odun da diyebiliriz bana, evet) dizideki iyi-kötü, aydınlık-karanlık sembolleri benim bile aklımı aldı. Bir inanışa göre yaratılan herşeyin bir zıttı, bir karşılığı vardır. Bu durumda aydınlık olan yerin karanlığı, iyi olanın kötüsü, güzel olanın çirkini vb olması gerekir. (güzel olan benim de, çirkin kim merak ediyorum) Bu zıtlıklar olmadığı zaman denge bozulur ve herşey kaosa sürüklenir. Terazinin iki kefesi gibi her iki tarafta da eşit ağırlık bulunmalıdır ki, denge kurulabilsin. Anlatımın başında bir inanışa göre dedim ya, zira ben böyle birşeye inanmıyorum. Sebep olarak da; benim görüşüm, hiçbir şey sadece siyah veya sadece beyazlardan oluşmuyor. Bir insan o Gerçek Kesit programlarında karakterize edildiği gibi iyilik melaikesi ya da şeytanın sol bacağı olamaz. Bu görüşümü daha da genişletip, insanların tepkisini çekmeye cüret edip (belki, artık kim okuyorsa bunu) gerçekte cennet ve cehennem diye yerler olmadığını bile düşündüğümü söyleyebilirim. Öyle bir yer ki, bütün mutluluklar sizin olacak, her şey toz pembe olacak, bulutlar üzerinde hoplarken gülecek eğlenecek dert tasa nedir unutacaksınız (coruscant'a gidiyoruz hepimiz); ya da öyle bir yer ki, yüzünüz hiç gülmeyecek, acılar içinde boğuşacaksınız, yanacaksınız ve elinizden hiçbir şey gelmeyecek (eeermm, Mustafar?) Açıkcası cennete bile gitsem sıkılacağımdan emin olduğum için bu tartışmayı da burda kapatıyor, inanışlara saygıda kusur etmiyorum.
Konuya dönecek olursak, inanışların sorgulanmasından çekinmiyorsanız Carnivàle'i rahatlıkla izleyebilirsiniz. Yoksa bazı sahnelerde karnınıza kramplar girip kendinizi ekrana küfrediyor bulabilirsiniz, benden söylemesi.
Carnivàle ne yazıkki HBO'nun saçma bütçe kesintilerine maruz kalmış, ikinci sezonda daha hikaye bitmeden sonlandırılmış. Yapımcılar zaten ratinglerimiz düşük, Amerikan izleyicisi bizi anlayamadığından izlemiyor, reklam alamıyoruz, biz en iyisi Rome gibi bir dizi yapalım bakalım bunu izlerler mi demişler. Tabi Rome da sevdiğimiz dizilerden, ama Carnivàle'in sonunu getirmiş olması üzücü. Ben daha izlerdim Lynch filmleri vazgeçilmezi kısa amorf amcayı.



Bu da başlangıç sekansı. Ne hoş, değil mi?

Join The Dark Side, You Must.

Yaklaşık bir aydır yazmama sebebimi çeşitli şekillerde açıklayabiliriz. Bunların en başında pek tabi çağımızın hastalığı olan "üşengeçlik" (procrastination) geliyor. Filmleri dizileri izleyip izleyip, amaaaaan sonra yazarım yahu, deyip hep bir savsaklama, bir tembellik, uğraş(a)mama durumu söz konusu. "Sen zaten bildim bileli tembeldin" diyenler için de bahanem türk telekomdan geliyor, evimde olan teknik bir arızadan ötürü dış dünya ile olan bağlantımın kısıtlanmış olması. Tüm bunların yanısıra, geçtiğimiz bir haftayı da altın kafesten kaçıp vatanımda geçirmiş olmam da cabası.
Geçtiğimiz ay sonunda, aha bizim şirketi sanırsam teğet geçti bak dediğimiz kriz, kiriş misali tepemize oturduğundan ben dahil olmak üzere şirket bünyesinde toplu işe son verime yol açtı. Hani çok da üzülemedik bir duruma, zira zaten 3 aydır maaş da alamıyorduk; her aybaşı bir ümit maaş alırızla beslenmektense durumumuzu bilelim, daha iyi.
Böyle iç karartıcı bir paragraftan sonra uzun süredir yazmamanın verdiği "artists' block" durumu ne yazacağım konusunda bana kısıtlamalar getiriyor. Oysaki geçtiğimiz haftalarda uzun süredir sabırsızlıkla beklediğim X-Men Origins:Wolverine, Star Trek, Coraline gibi filmlere gittim. Sanki galalarına özel davetle, beyaz limuzinden inip kırmızı halılara basarak gitmiş gibi oldu biraz bu cümle, oysaki gayet herkes gibi elimde biletimle parası neyse verip öyle girdim sinemaya. Üstüne üstlük Coraline'de 3D gözlüklerimizi bile geri aldılar, pek bir sinirlendim. (Kızgınım sana Kanyon, o gözlüklerin ortasına beyaz bant takıp Weezer klibi çekecektim oysaki.)
Evde durduğum sürede de boş durmadım; gene uzun zamandır merakla beklediğim Fanboys'u illegal bir şekilde izledim. Star Trek i büyük heyecanla beklediğim halde bir Trekkie olmadığımı gururla söyledikten sonra Fanboys için "aaa böyle arkadaşlarım olsa ya; aaa var ama, hehehe" diyerek hayıflandım. Sanırsam kendi içimde çelişkiler yaşıyorum.
Star Wars'u ilk (1996 senesiydi sanırım) İzmir Sineması'nda original trilogy yi digitally remastered olarak verdiklerinde (3 film arka arkaya) tanımıştım. İlk filmin çıkış tarihinin 1977 olduğu düşünülecek olursa, biraz geç kaldığım düşünülebilir. Ama abisi/ablası olmayan, en sevdiği kitap Alice in Wonderland, ve o dönemlerde en çok dinlediği grup da ne yazıkki Take That olan 15 yaşlarında bir kız çocuğunun çok da şansı olmuyor. Filmleri arka arkaya izlerken koltuğa yapışıp elimdeki patlamış mısırı bile yiyemediğimi hatırlıyorum. Bu benim için şu an itibariyle 13 senelik bir obsesyonun başlangıcı olacaktı. 1999'da Phantom Menace için sinema önünde bilet alma kampına girmedim belki ama (o sıralar öyle bir arkadaşım yoktu sanırsam :/ ) Attack of The Clones ve Revenge of the Sith'e ilk gün-ilk seans gitme; hatta Revenge of the Sith'e gitmeden önce evde jedi robe dikmeye çalışma, bir gecede sadece birini yetiştirebildiği için sabahın köründe Taksim Fitaş'ın önünde erkek arkadaşına kostümsel olarak katılamama gibi problemler yaşadım. Hatta abartıp, peh zaten dövme yaptıracaktım, oldum olası bir koluma imperial, diğerine rebel alliance logoları yaptırayım da tam olsun bile dedim. Sonrasında tabi Gerekli Şeyler olsun, sinema kuyruğu olsun, hatta Burger King sipariş beklemesi olsun, 15-25 yaş arası oğlan çocuklarını iki kol sıyırmayla baya bir etkiledim bunlarla; ama hayatta başka ne işime yaradı diye soracak olursanız beni boş boş bakar bulacaksınız.

Yazdığım her üç yazıdan birinde Star Wars hayranlığımı dile getiriyor olmam herhalde tesadüf olmasa gerek. Belki Fanboys hikayesinde anlatılanlar kadar değilim ama zaten benimle ilgili bir film de yapmadılar henüz.





Hikaye 1998 yılında başlıyor. The Phantom Menace daha gösterime girmemiştir ve kainat üzerindeki bütün Star Wars hayranları büyük bir merak ve heyecanla filmi beklemektedir. Kahramanlarımız Windows, Eric, Linus ve Hutch da 10 yaşlarında iken bile George Lucas'ın evi olan Skywalker Ranch'e girme planları olan bir grup gençtir. Tabi seneler geçmiş, grup az da olsa dağılmıştır. Grubu tekrardan bir araya getiren ve çocukluk planlarını gerçeğe dönüştürmeye karar verdirten Linus'ın kanser olması ve çok az ömrü kaldığı için Phantom Menace'i izleyemeyecek olmasıdır. Bunun üzerine harekete geçerler ve ortaya klasik bir "road-trip" filmi çıkar.
Tabi filmde bolca serpiştirilen Star Wars göndermeleri, hatta yetmeyip Star Wars oyuncularının ara ara çıkıp bizi şaşırtmaları, belki de sadece Star Wars hayranlarının anlayabileceği şakalar espriler falan, Fanboys'u diğer road-trip filmlerinden biraz farklı kılıyor. Hapse düşen kahramanlarımızı kurtaran Lando Calrissian olurken mesela, Skywalker Ranch'te üstlerine atlayan korumalardan birinin Darth Maul olması, ve filmde suratı çok anlaşılmasa da kendine özgü akrobatik hareketlerinden onu tanıyor olmamız, kendinizi bir gruba aitmiş hissine kapılmanızı sağlıyor.
Tabi filmin ana izleyici kitlesinin Star Wars hayranı olan oğlan çocukları olduğu gerçeği düşünülecek olursa, Kristen Bell gibi bir ablamızın da cast'ta yer alması, hatta her nerd/geek'in fantazisi olan Princess Leia'nın altın kostümünü giydirmeleri de kaçınılmaz oluyor.
kristen bell
hah ne var, ben de giysem gayet böyle dururdu bu.

Film için ayrıca belirtmek istediğim, son zamanlarda en sevdiğim aktör haline gelmiş olan Seth Rogen'ı da bol bol görüyor olmamız. (sen ne büyük bir insansın ya) Seth Rogen'ın yanısıra, spoiler olsa da söylemekten kendimi alamayacağım, Danny Trejo abimizin de ufak bir rolünün olması.

Rahatsız olduğum bir konu üzerinde biraz konuşmak istiyorum. Nedense Hollywood; Star Wars hayranı, ya da daha da geniş bir kitle için düşünecek olursak, çizgi roman okuyan gençleri hep asosyal, karşı cinsle olan münasebetleri kısıtlı, fiziksel olarak zayıf olarak resmetmekten hoşlanıyor. Bu durumdan rahatsızım ve şikayetçiyim. Burdan film yapımcılarına sesleniyorum, bir daha böyle filmler çekecek olursanız lütfen bu insanları böyle karakterize etmeyin. Stereotiplerden kaçınalım lütfen, ayıp oluyor.

dip not:
fanboys poster

VS.

vader demands candy

ben de iyiki bir fotoğraf çektim, her yere aynı şeyi çakıyorum. Hoş olmuyor.

Oooze gonna save us?

Pazar günlerinin nedense üzerimde bir "evde otur-dışarı çıkma" etkisi var. Sanki haftanın sahir günleri hep dışardaymışım gibi bir cümle oldu bu ama özellikle pazar günleri, küçüklüğümden beri sabahları ya evde/tam teçhizatlı, ya da dışarıda/en büyük açık büfe neredeyse, bir kahvaltı edilir; sonra sindirmek için şöyle bir sahil gezintisi yaptıktan sonra eve gelinirdi. Bütün bu işler öğleden sonra maksimum 2:00 ye kadar bittiğinden daha sonrasında evde televizyon bakılır, gazete okunur, film izlenir ve gün sona ererdi. Yaz aylarına tekabül eden günlerde annemin "ay ben sıcak deniz seviyorum" sevdası yüzünden de Ilıca'da büyük plaja gitme vak'alarımız da olurdu arada.
Aile uzağında yaşamanın bir yan etkisi olacak, pazar sabahları artık tam tevekküllü kahvaltı yerine şöööyle bir atıştırdıktan sonra ev işi/domestik kısıma giriş yapıyorum. Malum, bütün hafta ev dingonun ahırı kıvamına geliyor; giydiklerim pazartesi-salı-çarşamba diye üst üste yatağımın yanındaki şişme pembe koltuk üzerinde yığılıyor, mutfakta bardaklar pazartesi sabahı-salı sabahı diye içleri az kahveli bir şekilde sıralanıyor, yok çarşafları değiştir, yerleri sil derken zaten bu sıkıcı işler bütün günümü alıyor. Bir bakıyorum hava kararmış bile, hani nerede benim sahil çay bahçem.
Son birkaç aydır pazar günü aktivitelerime bir de blog yazma işi girdi. Bunu sanki üstümde bir yükmüş gibi söylemiyorum, pazar günü rutinime dahil olduğunu belirtiyorum sadece. Bazen annem gibi hissediyorum, hah bütün gün ayaktaydım şimdi şöyle bir kahvemi alıp da oturayım ayaklarımı uzatayım havasında düşünüyorum acaba bu hafta ne yazsam diye. Geçen hafta Black Books u yazmışım, öyleyse film haftasındayız.
Sinemaya gitmeyi eskisi kadar çok sevmiyorum. Bunun sebeplerinden biri istediğim zaman durdurup içeriden kola/kahve/cips/patlamış mısır benzeri birşey alamıyor oluşum. Başka bir sebep olarak sinema salonlarında haliyle filmi yatar pozisyon yerine oturur pozisyonda izleme zorunluluğu. Biraz sefa pezevengi bir yapım var sanırsam, herşey önümde olmalı ve ben olabildiğine rahat, 85 yastığın üçü belime ikisi ayağımın altına şeklinde hiyerarşik ve stratejik olarak dağıtabilmeliyim. Sinemaya soğumamın sebeplerinden bir diğeri de kafama takılan birşey olduğunda filmi durdurup wikipedia ya da imdb gibi sayfalardan gerekli infoyu sinema dahilinde almamın zor olması. Iphone icat oldu mertlik bozuldu gerçi, her yerde istediğimiz enformasyona ulaşabiliyoruz ama arada filmi kaçırmak hoş olmuyor. Son olarak sinema gidişlerimin azalmasındaki en önemli sebep, izlemek istediğim bazı filmlerin sadece dublajlı olarak gösterimde olması. Neymiş efendim, animasyon dediğimiz çocuklara yönelik birşeymiş, Türkçe olursa anca anlayabilirlermiş. Gece 12:00de çocuğunu yatağa koyup uyutmak yerine sinemaya götüren bir aile herhalde çok iyi bir ebeveynlik yapmıyordur; ben şahsen ortaokula kadar akşam 10 dedin mi yataktaydım.
Bütün bu problemlerime rağmen geçen hafta Monsters vs. Aliens a gitmiş bulundum. Filmin orijinal versiyonu hiçbir salonun hiçbir gösteriminde yoktu. Zaten imax için her türlü İstinye Park'a gitmek gerektiğinden kaderimize razı olduk. Gitmeden önce filmin inTru 3D olduğunu bilmiyordum, salon girişinde dağıtılan kaynak gözlüklerini görünce pek bir sevindim.

goofy glasses

Herhalde karşıdan bakınca bu gözlükleri takmış bütün bir salon çok eğlenceli gözüküyordur.

En son, Nightmare on Elm Street'ti sanırım, bundan bir 15 sene önce falan inTru 3D bir filme gitmiştim. O zamanlar bir tarafı kırmızı, bir tarafı cyan gözlükler veriyorlardı. Şu anda verdiklerine göre daha "cool" gözlüklerdi ama teknolojinin gelişmiş olduğunu görmek sevindirici.
Film şimdiye kadar izlediğim en iyi 3D filmlerden. Gerek konu olarak, gerek animasyon kalitesi olarak Dreamworks'un kendini aştığını düşünüyorum. Bundan önceki birçok filmi Pixar filmlerinden sonra gösterime girmiş (Finding Nemo'dan sonra Shark Tale ya da A Bug's Life'dan sonra AntZ) ne var lan, aynısını biz de yaparız statüsünde filmler olduğundan Pixar>Dreamworks olan düşüncemi değiştirecek kapasitede bir film. Seslendirenlerin arasında Seth Rogen ♥ , Hugh Laurie, Kiefer Sutherland, Stephen Colbert gibi ünlülerin olması çok büyük bir artı. (Reese Witherspoon'u es geçtim, çenesi beni irrite ediyor) Tabi sinemada izlerken bu sesleri ne yazıkki duyamadık, o yüzden eve gelip artık TS de olsa sırf sesleri duymak için filmi indirdik.



Konusuna gelince, evleneceği gün talihsiz bir kaza sonucu kafasına meteor düşen Susan, bir anda kendini 150 m boyunda bulur. Apar topar hükümet görevlileri tarafından benzer durumda canlıların olduğu çok gizli bir üsse kapatılır. Burada Dr. Cockroach, B.O.B., The Missing Link ve Insectosaurous ile tanışır. Hiçbir zaman dışarı çıkıp normal hayatına geri dönemeyeceğini düşünürken (tabiki) Amerika'ya yapılan bir UFO saldırısı yüzünden uzaylılarla savaşması için görev verilir.
Film boyunca sürekli yapılan kült sci-fi film göndermeleri, karakterlerin 50'ler B movie tadında özgeçmişlerini anlatan kısa filmler, Monsters vs. Aliens'taki sevdiğim küçük anekdotlar. Gene de en sevdiğim sahne herhalde Golden Gate'de Insectosaurus ve büyük robotun karşı karşıya geldiği sahne.
golden gate
Filmde en sevdiğim karakter pek tabiki B.O.B. Bunun sebebi Seth Rogen'in kalbimi az biraz çalmış olması olabilir herhalde. Ya da filmdeki en komik replikleri kendisine vermiş olmaları da bir sebep olabilir. Ve tabi biraz daha kalbimi çalabilir.


Seth Rogen Interview Monsters Vs Aliens - Watch more funny videos here


Aman bekleyeyim dvd si çıksın evde orijinal sesiyle izleyeyim diye düşünüyorsanız bence yanlışlardasınız. Evet belki orijinal seslendirmesiyle çok daha iyi bir deneyim olacaktır ama gözlükler ve inTru3D de kaçırılmaması gereken bir fırsat. Üstelik ara da vermiyorlar, filmi baştan sona kesintisiz izleyebiliyorsunuz. (Küçük mesaneli arkadaşlar için sorun yaratabilir) +7 sınırlandırması getirdiklerinden salonda "annneaaa ne oldu, annneaa çişim geldiiii" diye bağıran, arkadan koltuğunuzu tekmeleyen çocuklar da yok, rahatsınız yani.