Sushi Western vs. Spaghetti Western

Yazdığım yazıları Reset! Magazine'e yolladığımdan ötürü buraya pek birşey yazmadığımı, daha doğrusu yazamadığımı farkettim. Bu yüzden daha önceden yazdığım bir yazıyı copy+paste yapmakta bir sakınca görmüyorum.

"
                Pazar günlerinin miskinliği herhalde TRT 2’de yayınlanan Hikmet Şimşek’le Pazar Konseri  eşliğinde yenen şehzade düğünlerine yaraşır bir kahvaltının ağırlığından sonra, sindirme amaçlı yapılması gereken bir yürüyüş yerine koltuğa malak gibi yatıp babamla western filmi izlememizden geliyordu. Sabah sabah midemize indirdiğimiz yağı ağzınıza götürürken kucağınıza  damlayan sucuk ve baconlar her ne kadar atardamarlarımızın iç çeperlerinde kalıcı etkiler bırakmış olsa da, seksenli yıllardaki pazar sabahlarının güzelliğini halen aramaktayım. Hikmet Şimşek öldü, ıssız öcün kaldı ama ben hala o zaman izlediğimiz filmleri zaman zaman tekrardan izleme ihtiyacı duyuyorum, aynı tadı belki yakalarım diye. Aynı dönemde bazen gazetelerle birlikte verilen Red Kit ya da Kaptan Swing çizgiromanları da Amerika’nın ortabatısı hakkında gereğinden çok bilgi sahibi olmamı sağlamıştı. O zamanlar daha henüz faşist olmamıştım; öldürülen Kızılderillilere üzülür, Joe Dalton’un aslında çok zeki ama akraba kısmından şanssız olduğunu düşünürdüm. Belki yüzümü gözümü  boyayıp “hülülülü” diye evin içinde koşturmadım ama içten içe John Wayne’e gıcık olur, Charles Bronson’ın bıyıklarından korkar, Clint Eastwood’u ise itici bulurdum. Bu filmlerin aslında Amerikan propagandası yapan, içten içe subliminal mesajlar veren filmler olduğunu algılamam 4 yaşımda olduğumdan kelli biraz zordu. Bu propagandanın aslen Amerikalı olmayan İtalyan yönetmen Sergio Leone tarafından çekilmiş olduğunu öğrenmemdeki şaşkınlığın ne kadar içler acısı olduğunu kelimelerle tezahür edemiyorum.
                Spaghetti Western terimi de bu filmlerin İtalyan yönetmen tarafından İtalya’nın güneyinde ya da İspanya’da çekilmiş olmasından ileri geliyor. Aslında çok düşük bütçeli olan bu filmler sinema tarihi açısından belirli bir döneme damgasını vurmuş, hatta kült seviyesine ulaşmıştır. A Fist Full of Dollars, A Few Dollars More, The Good The Bad and the Ugly (ki bunun bir de Türk versiyonu var; The Good The Bad and the Gudubet olarak, Oğuz Aral’a saygılarla) aklıma gelen en önemli üçleme. İyiler her zaman kazanır (ki aslında hangisinin iyi hangisinin kötü olduğu da sayfalarca tartışılabilecek bir durum, ama gerçekten hepsi çirkin) ve filmler şanlı Amerikan bayrağının dalgalanmasıyla biterdi. Tabi bu gene bir saçmalık, İtalyan bir yönetmen kendi topraklarında film çekiyor; akdenizin yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı geçen ikliminde yetişen makilerini bize vahşi batı semaları diye yutturuyor; üstüne üstlük bir de İspanyol figüranları bize Meksikalı diye kakalıyor. Tabi bu kadar kafayı takmamak, sadece filmi izleyip tadına varmak lazım.
                Tarantino aslen sinema eğitimi almadığı halde gençken çalıştığı video kiralama yerinde bolca izlediği filmler sayesinde kendi kendini eğitmiş alaylı bir yönetmen. Çektiği her filmde başka bir türü deneyip, hepsinde kalıpların dışına çıkıp belki de sinema tarihini baştan yazıyor. Ben de çok film izliyorum ama koşup film çekmeye çalışıp kendimi rezil etmekten korkuyorum. Tarantino’nun filmlerinde şahsına münhasır detaylar, filmi onun çektiğini bilmeseniz de izlemeye başladıktan sonra bunun bir Tarantino filmi olduğunu anlamanızı sağlıyor. Takashi Miike de Japon sinemasının ünlü yönetmenlerinden. Her ikisi de film çekme işini aslında bir eğlence olarak gördüklerinden, çektikleri filmler de birbirlerine yakın filmler olduğundan olsa gerek bir gün olası bir rakı sofrasında karşılıklı oturup “neden biz bir film çekmiyoruz birlikte yahu?” diye konuşmuş olabilirler. Quentin Tarantino’nun bitmez tükenmez Japon/uzakdoğu aşkı da buna bir vesile olmuş olabilir. Öyle ya da böyle, bu iki isim birleşerek Sukiyaki Western Django isimli bir film çekerler ve beğenimize sunarlar.
                Sukiyaki Western Django, atası Spaghetti Westernlerin yolundan gitmeyi tercih etmiyor. Edo dönemi Japonya’sını hoop taşıyıp  Teksas’ın göbeğine yerleştirseydiniz nasıl olurdu sorusunun cevabını bu filmde bulabilirsiniz. İklimsel ve botaniksel olarak vahşi batıda hissetseniz de, kasabaya girerken sizi karşılayan tak ve üstündeki kanjiler aslında bambaşka bir yerde olduğunuz hissiyatını veriyor. Mimari gene Edo dönemi Japonya’sından esinlenilmiş; saloona girerken fiyakalı bir şekilde çarpan kapıları iki yana savurtturamıyorsunuz. Seçmeniz gereken birbirinden korkunç görünen haydutlardan oluşan Kırmızı Heikeler ve biraz daha insani görünümlü Beyaz Genjiler var.  Genjilere daha insani dememin sebebi 14 yaşında kız çocuğu gibi peşinden koştuğum Masanobu Ando da olabilir ama orasını karıştırmıyorum. Kendisini ilk olarak Battle Royale isimli Takashi Kitano filminde ruh hastası Kiriyama rolünde izlemiştik, o gün bugündür seçkin film marketlerde ısrarla ararım ve isterim.
                Filmde en çok dikkatimi çeken detaylar, kullanılan kostümler. 19. Yüzyılın ortasında altına hücuma Avrupalılar ve Amerikalılar yerine Japonlar gitseydi; blucin pantolon ve kovboy çizmeleri yerine biraz daha vücuda yapışan kimonolar giymeyi tercih etselerdi, halamın bıyıkları olsaydı da amcam olsaydı bir durum söz konusu. Bellerinin iki yanında tabancanın yanı sıra bir de üstüne üstüne gelen kurşunları savuşturmak için katana da kullanırlar, kalabalık ortamlardan kaçmak için shuriken de atarlardı. Hadi Japonlar zaten az biraz Amerika özentisi; keza animelerde de rastlıyoruz bu duruma. (Trigun animesini izlediyseniz, Sukiyaki Western Django’da da ona yakın bir tat alacaksınız) Sukiyaki Western Django da aslında anime olmalıymış da live action çekilmiş bir film gibi duruyor. Kullanılan kamera açıları, karakterler, kostümler animeden fırlamış gibi duruyor. Bu konuda da Miike’den çok Tarantino’nun parmağı olduğunu hissediyorsunuz (Kraldan çok kralcı olma durumu).
                Sukiyaki Western Django, türünün öncüsü olup daha çok ”sushi western” çekilmesini teşvik eder mi bilemiyorum, ama filmin tamamının İngilizce olması çekik gözlü film severler için biraz sinir bozucu. Zaten film ile ilgili yazabileceğim tek negatif eleştiri de bu olabilir, Japonca olsaydı belki daha izlenebilir olurdu. Zira İngilizce konuşan çekik gözlüler bende ister istemez kötü dublaj edilmiş kung-fu filmlerini çağrıştırıyor. Eskiden Japon malı, Çin malı diye aşağılanırken şimdi herşeyi Japonize etmeye çalışmak ne kadar ironik olsa da, westernleri de Japonlaştırmaya çalışmak kaçınılmaz oluyor herhalde.  Ne de olsa Beyaz Türkler akşam yemeğinde sushi yiyor, omuz başlarına kanjili dövmeler yaptırıyor, sabahlıkların yeni adı da kimono.     "

Trailer da koyayım tam olsun:





That's the way, a ha-a ha, i like it a ha-a ha

Buraya pek yazamıyorum demiştim ya işte, sebebi budur:

bu bir

bu iki

bu üç

bu dört

Ha bu arada benden pek hazzetmediği halde burayı da sık sık okuyanlara teşekkürleri bir borç bilirim. 

 

Hollywood Extreme should be more extreme!




Geçen akşam Hollywood Extreme izlerken aklıma geldi, (gerçi bir yandan hep aklımda ama olsun) estetik ameliyat yaptırsam mı diye. Bilenler bilir, dalga geçenler geçer (ben de pek bir üzülürüm ya, evet); ortalama bir göğüs ölçüsünden (herhalde 80-85 oluyor bu) daha ufak göğüslerim var. Senelerden beri en yakın arkadaşlarımın Nadide Sultan soyundan geldiği de düşünülecek olursa işitebileceğim lafların hepsini işittim, artık edilen lafların bünyemde bir etki yapması söz konusu değil. Nedir yani, açık yakalı birşey giyerim (ki saklayacak birşeyim olmadığımdan göbeğime kadar da açarım), "oo sırt dekolten çok güzelmiş"; "ilerde çocuğun olursa aç kalacak"; "aha şu mermer masada bile daha çok pürüz var"; "12 yaşından beri bir gelişme gösteremedin" gibi laflar işittiğimde karşılıklı gülüyoruz. Zaten sorun da etmiyorum, zira kalçam da olmadığından ötürü oğlan çocuğu ebatlarını benimsemiş durumdayım. Ama oturdum inceledim, bu işin process i nedir öğrendim.

Öncelikle eğer bu tarz bir göğüs büyütme ameliyatına karar verdiyseniz karşınızda sizi birkaç yol bekliyor. Seçtiğiniz boydaki implantlar (ki normal/büyük/porno yıldızı olarak 3'e ayrılıyorlar) koltuk altınızdan başlayıp göğüs altınıza doğru ilerleyen ince bir kesikle, göbek deliğinizden açılan bir yuvadan göğsünüze kadar ilerletilen bir kanalla ya da göğüs uçlarınızın kavanoz kapağı gibi açılarak direkt ortasına yerleştirilmesi arasından seçim yapıyorsunuz. En az iz göbek deliğinden kalıyor ama bütün abdominal bölgeyi ağrılara teslim ediyorsunuz. Artık eskisi gibi silikon bazlı bir malzeme yerine tuzlu bir çözelti kullanıyorlar. Silikon kadar etkili bir sonuç vermese de herhangi bir yırtılma, akma durumunda sağlığınızı daha az tehdit ediyor. Düşünülenin ve görülenin aksine bu konuda hiçbir kompleksim olmamasına rağmen oturup izleyip üzerine de araştırma yapmış olmamın sebebi farklı.


Seneler boyu süren eğitimle zaten software upgrade i yapıyoruz. Eğitim bitiyor, iş hayatında da sürekli bir harddisk dolması yaşıyoruz. Ha bazılarının harddiskleri yetersiz kapasiteden ötürü bir yerden sonra alamıyor orası ayrı; bazen işlemci yavaş kalıyor ve algı sınırları zorlanıyor, bazen ram yetmediğinden ötürü mavi ekran veriyorlar. Nasıl bilgisayarlara 2-3 senede bir birtakım güncellemeler yapıyorsak kendi vücudumuza da bu tip şeyleri yapabilmeliyiz diye düşünüyorum. Henüz CRT monitör kullandığımız dönemlerde abartıp 21" ini almıştım, (hani bazı erkeklerin başka küçük yerlerini kompanse etmek için Hummer alması gibi) sonra zebellah gibi monitörün estetik açıdan ve masa kaybı açısından hoş olmadığını görerek 23"lik cinema display aldım. Hadi benimki görgüsüzlük biraz, ya da belki başka ufak yerlerime yönelebilecek olası ilgiyi dağıtmak için yaptım. Şimdi bilgisayarsal olarak memnunum hayatımdan, ama monitöre yakın bir para harcayarak kendi görüntümü de değiştirmeli miyim?

 Büyük göğüs merakı primal çağlardan gelen bir içgüdü. Açıklayacak olursam, büyük göğüsler ve yuvarlak kalçalar kadınlarda doğurganlığı simgeliyor. Zaten ilk çağlarda yapılan bereket/doğa/toprak tanrıçalarının idollerinde de böyle bir yaklaşım var. Kadının başlıca görevi doğurup üreyerek soyun devamını sağlamaktır. Aynı şekilde erkeklerde de geniş omuzlar, kaslı kol ve bacakların her zaman moda olması da o dönemlerden kalma bir durum. Erkeğin asıl görevi de kadını korumak, ava çıkıp kendisinin ve ailesini karnını doyurmaktır. Bu durumda büyük göğüs eğer "doğurganlığı" simgeliyorsa bunun neresi peki "seksi" diye düşünmeden edemiyorum. Basit bir şekilde "amaaan bunların hepsi aslında medyanın şişirmesi, ön tarafında iki tane karpuz taşımanın ne alemi var?" diye de geçiştirebilirdim ama bilimsel ve etnolojik bir şekilde açıklayayım istedim. 

Hollywood Extreme'de kendi vücutlarından ve görüntülerinden memnun olmayan bir grup insanın kendini beğenmek adına ne taklalar attığı anlatılıyordu. Eskiden çoğunlukla porno yıldızları ya da daha ciddi yapımlarda rol alan aktrislerin geçirdiği ameliyatların şimdi ayağa düştüğü, basit ev kadınlarının hatta benim gibi işsiz mimarların bile bu tarz ameliyatlar için bıçak altına yattığından bahsedildi (belki işsiz mimarlardan bahsetmediler ama geç bir vakitti, ben öyle algıladım). Ha benim böyle bir kompleksim yok, aman daha doğurgan durayım demiyorum ama eğer hardware upgrade yapabilme şansım varsa bu şansı daha başka alanlarda kullanmak istiyorum. 70'li yıllarda gösterilen "Six Million Dollar Man" ya da "Bionic Woman" dizilerindeki gibi olabilme şansım nedir, ben bunları öğrenmek istiyorum. Bir yerlerim büyüyecekse illaki, başka fonksiyonları da olsun. Örneğin bindiğim uçak düştüğünde beni şişme bot gibi karaya ulaştıracak göğüslerim olabilecek mi? Ya da araba kazası geçirirsem çarpışma anında airbag olarak kullanabilecek miyim? Ya da daha günlük hayat içinden düşünecek olursam, örneğin tv izlerken sehpaya ulaşmaya üşendiğimde üstüne bardak, patlamış mısır, kumanda, telefon gibi nesneleri koyabileceğim ekstra bir yüzeyim olacak mı?

Kasanın kendisinin değişiminden çok kasanın muhteviyatındakileri değiştirebileceğim günleri merak ediyorum. Ekranlarım full HD olabilir ama ben ne kadar full görüyorum onu bilmiyorum. Açıkcası 720p ile 1080p arasındaki farkı iki görüntü yanyana gelmeden pek algılayamıyorsam aradaki çok gb lik ya da çok tl lik farkı neyleyeyim? Bir yandan yazı yazarken bir yanda 3ds max'te modelleme yapıp, bir yandan da dizi izleyebiliyorum (ki iphone'da bile multitasking yok) ama ya daha çok işi aynı anda yapmak istersem? RAM arttırımı nerden yapabiliyoruz? Bende kaç ram slotu var ve işletim sistemim ne kadara kadar destekliyor? Yeni service pack ne zaman çıkacak? Firewall'umu açtığımda belki daha hızlı torrent indirebiliyorum ama dışarıdan gelecek saldırılara karşı daha hassas oluyorum, virüs korumamın süresi doldu mu? Sürekli kullanmadığım dosyaları sıkıştırsam harddiskimden tasarruf eder miyim? Defrag etmem ne kadar sürüyor beynimi? İşime yaramayan ya da artık hatırlamak istemediğim dataları/insanları silsem geri dönüşüm kutusuna gider mi? Bazen bazı şeyleri hatırlamakta zorlanıyorum, google search kullanmama daha ne kadar var? İlla X Men olma gibi bir niyetim yok, ama doğanın bahşettiği bazı özelliklerimi overclock etmek istiyorum. Estetik cerraha gidip bir usb giriş taktırmak istediğimi söylesem nasıl karşılar bilemiyorum gerçi ama şimdilik tıp dünyasının benim isteklerimi karşılayabileceğini de sanmıyorum. 


Bir yandan düşününce de iyiki henüz bu tip şeyler yapamıyorlar diyorum. Etrafta "ay çok kilo almışsın şekerim varil gibi olmuşsun" dediğimiz bayanların "ama memelerim var benim" gibi bir karşı argümanla geliyor olduğu gerçeğine ithafen beni zeka sorgulama sürecine sokuyor olmaları, bu tarz beyin upgrade leri ile nasıl bir hale  gelecekleri konusunda beni endişelendiriyor. Görünüşüm belki fitness videosu yapan Raquel Welch ya da beyaz bikinileriyle Bond kızı Ursula Andress kıvamında değil ama henüz koşup ameliyat olacak kadar da komplekse girmedim. O gün geldiğinde de henüz beyin upgrade i yapamadıkları gerçeğini bilip de organ eksikliği yaşayanları parmağımla gösterip "peki şimdi tanrınız nerde?" diye güleceğim.