Zombie Survival Guide


Olası bir zombi istilasında yapacağım hareket, yeterli erzaktır, av tüfeğidir-kurşundur (zira herkes bilir ki zombilerle savaşmada en mantıklı silah budur, veyahut yakın kombattan hoşlanıyorsanız beysbol sopası ya da elektrikli testere, seçim sizin) yanıma alıp daha sonra bir tekneye atlayıp kıyı şeridine güvenli bir mesafede demir atıp, yanıma yaklaşan zombilerin de kafasına kurşun sıkmak olabilir. (Ve evet, bunu oturup düşündüm) George Romero sağolsun zombiler konusunda az biraz bilgi-birikim-tecrübe sahibi olduk. En önemlisi, kafalarının vucütlarından ayrılmasını sağlamak, ya da beyinlerini patlatmak; yoksa kalplerine saplayacağınız bilumum kesici delici aletler onların daha çok sinirlenmesine yol açıyor. Dikkat etmeniz gereken sizi ısırmamaları, çünkü siz de onlardan birine dönüşebiliyorsunuz. Zombiler çok da zeki değiller, yanlarından yavaşça sıyrıladabilirsiniz, ama ben olsam bunu riske etmezdim.
Zombi avlama hobimi bir kenara bırakacak olursak, ilgi alanlarımdan bir diğerini de Naziler olarak sayabiliriz. Bunu ortaokul yıllarımda bir kitapçıda görüp aldığım Nazi İmparatorlğu: Doğuşu-Yükselişi-Çöküşü isminde 3 kitaplık bir seriye borçluyum. Adolf Hitler'in yaşamından da kesitler sunan herbiri yaklaşık 15 cmlik bu kitaplar konuya olan ilgimi arttırmıştı. Karakter olarak biraz faşist sayılmamın da herhalde buna biraz etkisi olmuştur. Burda şimdi Adolf Hitler'in babasının soyadının aslında Schicklgrüber olduğunu, ve bu soyadının da aslında gayrimeşru olduğundan ötürü annesine ait olduğunu, söylemesi zor olduğu için daha sonra üvey babasının soyadını kullanmaya başladığını (ki Hiedler, Huedler diye yazımları var) ve bunun da kulağa çok yumuşak geldiği için sonradan Hitler'e değiştirdiğini anlatmayacağım. (Heil Schicklgrüber diye bağırıp sağ eli kaldırmak çok da hoş bir manzara olmasa gerek) Hele kendisinin güzel sanatlara meraklı olduğundan ötürü Viyana Güzel Sanatlar Akademisi'ne başvurup iki kere reddedilip, aslında MİMARLIKta başarı yakalayabileceğinin söylendiğini de es geçeceğim. Özellikle adını ilk duyduğumdan beri hakkında çıkan, elime geçen bütün dokümanları okuduğum Josef Mengele'nin adını bile anmayacağım.

Bütün bu ilgi alanları göz önünde bulundurulacak olursa "Dead Snow" un benim dörtgözle beklediğim bir film olması şaşkınlık yaratmamalı. Kuzey filmleriyle çok bir alakam olduğu söylenemez, ortasından 45 derece çizgi geçen o harfine ikea sayesinde alışmaya başladık.Daha önce izlemiş olduğum birkaç kara mizah filmi dışında çok bir deneyimim olmamıştı. Let the Right One In den sonra, aa bak bu adamlar iyi korku filmi de yapabiliyormuş dedim. Ama üstüne Azeri Türkçesiyle dublaj yapılmış bir Rus filmi de olsa Dead Snow'u izlememek benim için büyük bir kayıp olacaktı.
Film, en klişe korku filmi ktemasıyla başlıyor. Bir grup genç başlarına geleceklerden habersiz, tatillerini geçirmek için dağdaki bir kulübeye giderler. Civarda ikamet eden yaşlı bir amca onları uyarır, kulak asmazlar. Ve tabiki de, ilk sevişen, ilk ölen olacaktır.
Filmde kan, vahşet, bağırsak çıkması konusunda cimrilik edilmemiş; uygun görülen yerlere muntazaman yerleştirilmiş. Kuzey filmleri kara mizahından bahsetmiştim, Dead Snow'da da ölçülü bir şekilde yer yer kullanılmış. Doğa görüntüleri kayağınızı kapıp kendinizi dağlara taşlara atmanızı sağlayacak derecede güzel, kullanılan soundtrack teenage slasher filmlerine uygun olduğu kadar ironi yapmak istenilen yerlerde hafiften gülmenizi sağlıyor. Tek şikayet edebileceğim konu, zombilerin Nazi olduğunun çok da vurgulanmamış olması. Nazi temasını belki daha fazla işleyebilirlerdi, gerçi belki de çok gözümüze sokuyor gibi oluyordu bu ama ben beklentisi çok olan açgözlü bir insanım. Kısacası zombi filmlerinden hoşlanan bir Yahudi de olsanız bu filmi rahatsız olmadan izleyebilirsiniz.
Filmin konusunu daha fazla spoil etmek istemem, bu yüzden bir yerlerden edinip izlemenizi tavsiye ederim. Kan görünce bayılanlardansanız zaten zombi filmleri size göre bir tür değil. Sizin için "Marley and Me" verelim, ama sonunda köpek ölüyor.

Freaks, Geeks, Nerds, Dorks and Cheerleaders

Ekonomik krizi bahane edip maaşlarımızı ancak geçen hafta yarım porsiyon olarak verebilen patronumuz, zaten neredeyse hiç olmayan gece hayatıma bir sekte vurdu. Temel ihtiyaçlarımızı anca karşılıyor olmamız beni alternatif maddi kazanç sağlama yollarına itti. Dünyanın en eski İKİNCİ mesleğini yapıyor olmam, herkesi geçip level atlayıp birincisini mi yapsam gibi düşüncelere itmedi gayet tabi, işi profesyonellere bırakmaya karar verdim. Son birkaç aydır aranıp, "3d bir iş var, en iyisini sen yaparsın hadi koçum" ların sonu "ihaleyi alamadık, o iş iptal oldu" larla bittiği için böyle bir gelir kaynağım da kurumuştu. Çok meraklısı değilim hani sabahlara kadar modelleme yapıp render almanın, ama bir türlü ps3 gibi temel ihtiyaçlardan birini alamamış olmam beni gaza getiriyor tabi. Daha önce portfolyomu istemiş olan ofislerden biri beni aradı, iş var koş gel diye. Hah dedim, tam da üstüne geldin, ben de böyle birşey bekliyordum. Yalnız daha önce 42396 kere söylemiş, uyarmış olmama rağmen, iki gün sonrasına iş yapmıyorum kardeşim diye, cuma aranıp pazartesi sabahına iş yetiştirmem istendi. Eh napalım dedim ben de, işin sonunda 2 gün uyumama sonucu ayıptır söylemesi 2000 lira alacaksam yaparım tabi. Ben de herkes gibi Little Big Planet oynamak istiyorum, benim neyim eksik.
Daha önceden de tecrübe ettiğim üzere, render dediğimiz lanet şeyi beklerken yapılacak çok şey kalmıyor. 3dmax vampir gibi bütün işlemciyi emdiğinden ötürü o bilgisayarda da birşey yapamıyorsunuz, sürekli takılıp duruyor (dualcore my ass). Bu sebeple 23"lik mükemmel cinema displayimden izlemek dururken ezik gibi 15.4"le yetinmek zorunda kalıyorum filmlerimi, dizilerimi izlerken. Napalım, bunu da bulamayanlar var tabi.

Uzun zamandır izlemeyi planladığım "Freaks and Geeks" i de böylece izleme imkanı buldum. Kendisi 1999-2000 sezonunda çıkmış, ama ne yazıkki anlamadığım bir sebepten tek sezon sürmüş bir dizi. 1980 yılında sıradan bir Amerikan lisesinde geçiyor. Ana karakterimiz Lindsay (Linda Cardellini, kendisini ER'dan ve Scooby Doo'dan da tanıyoruz) çalışkan bir öğrenciyken "inek" ya da gavurların dediği gibi "nerd" klasmanına girmek istemez. Yeni bir arkadaş çevresi edinmeye başlar, ki okulumda Seth Rogen, James Franco ve Jason Segel olsa ben de başkalarıyla takılmak istemem haliyle. Vanity Fair da kendilerini "Comedy's New Legends olarak kapak yaptı zaten:
vanity fair
Seth Rogen'ı son zamanlarda her yerde görüyor olmamız bir tesadüf olmasa gerek. Kendisi hiçbir şey söylemeden öyle ekranda da dursa eğleniyoruz, gülmemiz geliyor. Jason Segel'i How I Met Your Mother" ve "Forgetting Sarah Marshall"dan biliyoruz zaten. James Franco zaten ailemizin yakışıklı ve komik albümünde duruyor.
Dizide Lindsay'in küçük kardeşi rolünde John Francis Daley'i görüyoruz. Bu şahsı da "Bones" izleyenler Dr. Lance Sweets olarak hatırlayacaklar. 10 senede sadece boyunun uzayıp tipinin hiç değişmemiş olması ayrı bir tartışma konusu.
Ama benim en çok şaşırmamı, görünce sevinmemi sağlayan isim; Coach Ben rolüyle karşımıza çıkan Thomas F. Wilson, a.k.a. Biff from Back to the Future. Zaten Back to the Future ile ilgili ne zaman bir data görsem önce bir heyecanlanıp seviniyorum, sonra birden bir hüzün basıyor. Michael J fox gibi genç kızlık hayallerimi süsleyen birinin bu duruma düşmüş olması dizlerimim üstüne çöküp ellerimi açarak "neden allaaaam nedeeeen" diye haykırma hissiyatı veriyor.
Ama tabiki de "sidekick"leri her zaman ana kahramanlardan daha çok sevdiğimden ötürü, dizide en sevdiğim karakter, Bill rolüyle Martin Starr. Elinize bir kağıt kalem verseler, haydi bize bir "nerd" çiz deseler, herhalde çizeceğiniz karakter Bill'in ta kendisi olurdu. Büyük çerçeveli gözlükler, arkasında aşırı hipermetrop yüzünden Bülent Ersoy gibi algılanan iri gözler, çok zayıf bir beden, bu bedeni nasıl taşıdığı anlaşılamayan uzun bir figür, olması gerekenden 3 cm daha kısa pantalonlar, altında yuvarlak burunlu komik ayakkabılar... daha sayarım tabi de, kafada canlandıysa daha fazlasına gerek yok.
Dizide sürekli bir Star Wars göndermesi olması gayet tabi diziyi sevmemi sağlayan başka bir etken. Tabi lise1deyken beden eğitiminden sonra duşa Star Wars baskılı bir havluyla girmek, bazıları için arkanıza kocaman bir hedef tahtası asmakla eşdeğer olduğundan belki bir kez daha düşünürdüm.
Lise yıllarım pektabi çok geride kaldı, o zamanlardan görüştüğüm insanlar da şehir değişikliği sonucunda baya bir elenip tek el parmak sayısına kadar düştü. Ama diziyi izlerken bazı muhabbetlere hala çok yabancılık çekmediğimi gördüm. Ayıptır söylemesi ilkokul ortaokul ve liseyi birincilikle bitirip kütüklere isim çaktığım halde, akşamları ve haftasonları arkadaşlarımla dışarı çıkıp, bir İzmir geleneği olan sokakta içki içme, Kıbrıs Şehitleri'ni dik kesen dar sokaklarda birbirine bakan eski Rum evlerinin merdiven sahanlıklarında oturma gibi aktivitelere de katıldığım için Lindsay'i kendime yakın buldum. 80li yıllarda belki Amerika'da bir lisede değildim ama 90lardaki bir İzmir kolejinden çok da farklı olmadığını gördüm. Herkesin bir grubu vardı; okul takımında oynayan "jock"lar, onlarla takılan popüler kız grupları (belki bir ponpon kız takımımız yoktu ama napalım), ders aralarında bile test çözen "nerd"ler, herkese isyan bayrağı kaldırıp önüne gelenle kavga çıkaran "misfit"ler, sadece kendi aralarında anlaşılan bir dille konuşan (örneğin Klingonca) "geek"ler, sürekli ilgi çekmeye çalışan "drama queen"ler, ve daha birçok alt grup. Ben hangisine dahildim bilmiyorum gerçi; bana inek dediği için kızın birinin kafasını servis camında sektirerek dövdüğümü hatırlıyorum.
O zamanlar daha agresifmişim demekki. Ehah, bunun üzerine bundan 3 sene önce falan olan bir olayı da paylaşmadan edemeyeceğim. Bilgi Üniversitesi'nin Nice to Meet You partilerinden birine gitmiştik, Dolapdere kampüsünde. Daha sonra shuttle larla Taksim'de adını hatırlayamadığım bir yere gidilecekti. Shuttle'a bindik, en arkada 5 kişilik yerde yanyana iki kişilik yer bulduğumuzdan oraya oturduk. Yanımızda oturan kız yolda giderken durup dururken sanki bacağı kesilir gibi avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. O kadar şiddetli bağırıyordu ki, şoför bile ani bir frenle durdu. Sonra hiçbir şey olmamış gibi oturmaya devam etti. Biz de aramızda "biz pencere kenarı istediydik, ama bize manyak kenarı vermişler" diye geyik yapmaya başladık. Kız yanındaki arkadaşına "ben deliyim zaten raporum var" falan gibi laflar etmeye başlayınca ben de, ne yazıkki, belli zaten anlaşılıyor dedim. Kız bunun üstüne daha da bir delirip Ali'nin üstünden aşarak kafama donk diye vurdu. O an gözüm kararmış, yerimden bağırarak kalktığımı hatırlıyorum. Anlatılana göre eski Türk filmlerindeki Neriman Köksal edasıyla "Sen ne yapıyorsun be ORRRROSSSPUUU" diye kalkıp kıza geçirmişim. Daha sonra Serkan'ı yere yatay pozisyonda, yumruğu önde uçarken gördüm. Zaten shuttle durdu, biz de indik. Kızı sakinleştirmeye çalıştılar falan ama bir işe yaramadı. Elindeki bardakta bulunan sıvıyı yüzümüze doğru püskürttü. Ben de sinirim geçsin diye yeni sigara yakmıştımki böyle üstüme çullanılınca refleks olarak direkt kızın kafasında söndürdüm sigaramı. Bir anda "catfight" a döndü olay. Ali'nin kızı belinden tutup yere fırlattığını ve Maurizio'nun yerde kızın kafasını sektirdiğini hatırlıyorum, kalan detaylar biraz flu. Freaks and Geeks'ten nasıl buraya geldim, orası bir muamma tabi de, malum render bekliyorum, gece az uyumuşum, haftasonum böyle geçecek diye cuma çıktığımdan o akşam da biraz geç yatmışım diye uykusuz, cümle kuramayacak kadar beyin sulanması geçirir bir halde ancak bu kadar oluyor demekki.
Geçenlerde de Twilight'ı izledim, düzelmek için üstüne ancak bir "Lesbian Vampire Killers" beklemem gerekiyor.

I am not in it for the ink.


Akşam yatmadan önce izlemek üzere harika bir film seçtiğimi düşünüyordum, Adam Sandler'ın son filmi Bedtime Stories. Ne güzel masal kıvamında izler uyurum, filmden etkilenip harika da rüyalar görür, pazar sabahi öğleden sonra 2 sularında da tosun gibi uyanırım gibi planlarım vardı. Filme laf etmiyorum, eğlenceli bir film, klasik Adam Sandler; ama gelgörki benim uykum kaçtı. Madem böyle bir hata ettik, bari vaktimizi saçma sapan işlerle harcamaktansa biraz daha üretken davranalım, şurda iki akıllı laf edelim, zaten Watchmen ile ilgili yazacaktım bak diye düşünerek benden saatler önce "Dişim ağrıyor" diye aramızdan çekilen mösyönün yanından kalkıp, olmayan kıçımın şeklini almış olan en sevdiğim sandalyeme oturdum.
Biraz piyasa araştırması yapayım, ağzı benden daha çok laf eden insanlar neler demiş, filmschoolrejects de bu işi layıkiyle yapanlar ne kelamlar döşemiş, /film dekilerin cevabı ne olmuş gibi soruları cevaplandırdıktan sonra herkesin üç aşağı beş yukarı benzer fikirlerde olduğunu gördüm.
Filme çekilmiş olması bile çoğu "comic book nerd" ünün ani orgazm olmasını sağlayacak bir fikir. Birçok film (san'at için san'at yapan sevgili Doğu Avrupa Bloğu hemşehrilerimi ayrı tutuyorum) giriş-gelişme-sonuç bölümlerinden oluşur. Tek bir hikaye, ya da bir ana hikaye ve onun etrafında dönen konuyla bağlantılı ufak ufak birkaç hikaye; bir doruk noktasına gelir ve ordan hepsi bir sonuca bağlanır. Watchmen'in grafik romanında (graphic novel'ı çevirince böyle saçma birşey oluyor herhalde) zaten böyle bir durum yok. Film yapımcılığının bir endüstri, ve bunun sonucunda da ticari birşey olduğunu kabul edersek bu durum, yani hikayenin geleneksel bir şekilde anlatım sürecinin olmaması, zaten filme en baştan ticari bir kaygı getiriyor. Herhalde bu zamana kadar filme uyarlanmamış olmasının başlıca sebeplerinden biri bu.
Başka bir sebebin de Dr. Manhattan gibi görsel olarak sinemaya aktarılması zor bir karakter olması diye düşünüyorum. Bundan 15 sene önce CGI emeklemekten artık yavaş yavaş iki ayağının üstünde durmaya başlamışken böyle bir sonucu elde etmek anca hayalperestlik olabilirdi.
Bir diğer sebep olarak ise bu tarz "çizgiroman" uyarlaması kitapların hitap ettiği kitle olarak düşünüyorum. Bir Superman filmine 5 yaşındaki oğlunuzu alıp götürebilirsiniz, ya da kızınızın defterlerini Spiderman logolu kap kağıtlarıyla kaplayabilirsiniz. Ama Watchmen'in filmini aslına uygun bırakmak istiyorsanız R+ rated yapmak zorundasınız. Bu da tabi gene ticari bir kaygı olarak düşünülebilir, ama milyon dolarlar harcayıp bir film çekiyorsanız sonucunda para getirmesini, hatta çok para getirmesini düşündüğünüz için kimse sizi suçlamamalı. McDonalds'ın Happy Meal'ın yanında nüdist Dr. Manhattan oyuncağı vermemesi de herhalde benzer bir kaygıdan ötürü olsa gerek.
Klasik süper kahraman filmlerinden daha farklı bir yapıya sahip Watchmen. Ailesi bir sokak arasında gözleri önünde öldürülen ve bu sebeple suçluları adalete teslim etmeye karar veren milyoner bir genç ya da bir kaza sonucu radyoaktif bir örümcek tarafından ısırılan bir liseli oğlan yok. Zaten aralarında "süper kahraman" olarak nitelendirilebilecek bir kişi var, o da klasik süper kahraman olma sürecinde bir hata sonucu tanrıya dönüşmüş bir nükleer fizikçi.
İyilerin hep en iyi ya da kötülerin en kötü olmaması karakterlere daha bir gerçekçilik katıyor. Tabi maddenin fiziki yapısını değiştirebilen birinin olması ya da dünyanın en zeki adamının aynı zamanda kurşundan hızlı hareket etmesi gibi faktörlerden bahsetmiyorum. Anlatmaya çalıştığım, hikayedeki karakterlerin derinliği, ya da bu işi herhangi bir zaman bırakıp normal hayatlarına dönebilecek olmalarıyla ilgili. Silk Spectre hamile olduğunu öğrenir, ve artık bu işlerden elini eteğini çekip emekli olmaya karar verir. Comedian bir yandan dünyanın bir ucuna gidip ülkesi için komünizmle savaşırken bir yandan da insan öldürürken içten içe zevk almaktadır. Night Owl erkekliğini kanıtlamak için dar kostümler giyip suçluları döver, çünkü iktidarsızdır.
Watchmen benzer şekilde çizgiromandan uyarlanmış diğer filmlere benzemiyor, çünkü daha küçük bir kitleye hitap ediyor. Zack Snyder bir yandan ticari kaygıları yüzünden hikayeyi ordan burdan kırpıp sonunu değiştirip filme çekerken bir yandan da hitap ettiği asıl kitleyi kırmamak adına elinden geleni yapmış. Sonuç olarak ortaya "görsel şölen" diyebileceğimiz bir yapıt ortaya çıkmış. Bazı sahneler çizimlerin birebir kopyası (nerdgasm) olarak karşımıza çıkıyor, bazı sahnelerde ise hiç bilmesek "aa bu filmi 300'ün yönetmeni mi çekmiş acaba" diye içimizden geçiriyoruz. Orijinaline sadık kalayım ama imzamı da atayım kaygısı.
Filmi değerlendirirken de birşeyi akıldan çıkarmamak lazım; film ve kitap ayrı formatlar, ikisinin de birbirinin aynısı olmasını beklemek saçma olur. Birşeyi okurken resimli bir kitap da olsa kafamızda canlanan ile bir başkasının kafasında canlananın birbirini tutmadığı gibi, bizden farkli vizyona sahip bir yönetmenin çektiği film de doğal olarak farklı olacaktır. Bu yüzden Watchmen'i berbat ettiği için Zack Snyder'ı suçlamamak lazım. Filmi izleyip kendisini cesaretinden ötürü kutlamak bana daha mantıklı geliyor.
Gene ticari kaygılara dönecek olursak, film daha geniş bir izleyici kitlesine hitap edeyim diye düşünülerek biraz "uyarlanmış" olduğundan ötürü azılı çizgiroman severlerin beğenisini kazanamıyor; çizgiromanla alakası olmayan sade vatandaş için ise karışık, uzun ve bir yerden sonra sıkıcı bir filme dönüşüyor. Bu sebepten ötürü nasıl bir "boxoffice" başarısı kazanır bilemiyorum, ama tavsiye ederim, gidin ve hayatınızın 2buçuk saatini eğlenceli ve güzel birşey için ayırın. Eğer isterseniz kitabı da okuyun, havada kalan bazı noktaların yere basmasını sağlayın. Ama en önemlisi gelin burda "okuduğumuzu anladık mı" köşesi yapalım da bütün bunların bir anlamı olsun, uykumun kaçtığına değsin. Yoksa vaktimi başka insanların yazdığı garip yazıları "anlamaya" çalışarak geçiriyorum, uzun sürmüyor gerçi, dünyada hastalıklı insanlar da var deyip geçiyorum. Körlerin olduğu bir ülkede tek gözü gören kral olurmuş derler, benimki de öyle bir avutma, aptallar olmasa benim gibi "akıllı"ların değeri bilinemeyecekti, napalım. (yazı sonu göndermesi)

LOL WUT?


Google analytics bu akşamımı da eğlendirdi sağolsun. Google'dan arama yapıp güzide bloguma ulaşan insanlar hangi keywordlerle buralara gelmişler hep birlikte görelim (bazıları mantık dahilindeydi, onları es geçiyorum):

geçmiş zamanlarda ilginç bir olay
jacks porn com
sacma hal
kızarkadasından
sosyal politik marshall

ve benim favorim:
hayatini yasamayan genc kiz

cidden yani, insanlar google'a böyle şeyler yazıp bir de utanmadan arama butonuna mı basıyorlar? Fikir, feraset.

Did I fall asleep?

Pazar günlerini uzun zaman önce domestik gün olarak kutlamaya başladım. Bu pazar da diğerlerini aratmayacak şekilde sabah kalkıp kuruyan çamaşırları katlayıp yerine yerleştirdikten sonra (ütü yapmayı uzun zaman önce bıraktım, acaba fişte unuttum mu derdine son verdim) etrafı şöyle bir toplayıp (ki ev 90 m² olmasına rağmen bu işin saatler sürmesi hep aklımı almıştır) çayımı alıp eh artık uzun zaman oldu birşeyler yazayım diye içimden geçirdim. Tabi bugün temizlik yapacağımı bilen gençler erkenden evden apar topar kaçmışlardı sağolsunlar. N'apalım, kalan sağlar bizimdir dedik biz de. Fonda Bach'ın Orchestral Suite'i, elimde çayım, mutfakta artık kuru temizleme yapmaya karar veren bulaşık makinem dolayısıyla dağ halinde birikmiş bulaşıklarım, portakal kokulu yer silme deterjanının odayı dolduran reçel kavanozu havası gibi überfantastik ögelerin birleşmesiyle ipim kuşağıma denk bir şekilde bilgisayarın başına oturdum. Uzun zamandır da Gorki okumuşluğum yok, böyle satırlar süren tasvirli cümlelere nereden geldik, bilmiyorum.
Ofiste öğle yemeği arasında Oscar'lardan bahsediyorduk, tabiki hemen yukarı çıkınca sevgili blogumu insanlara post etmekte gecikmedim (shameless self promotion), maksat pageview lar artsin. Bunca işinin arasında buna nasıl vakit ayırıyorsun gibi bir yorum geldi, (geçtiğimiz hafta ofisten gece 1buçukta çıktığım olması dolayısıyla) interneti düzgün kullanmak lazım arada, sırf trolluk olsun, ajanlık yapayım dedikodu üreteyim gibi amaçlarla kullanılması yanlış. Hepimiz biliyoruz ki aslında internet 14 15 yaşındaki oğlan çocuklarının porno indirebilmesi, benzer yaş aralığındaki kızların da aralarında diğer kızlar ne giymiş ne yapmış gibi dedikoduları rahatça yapabilmesi için icat edildi. Yaş aralığı burada izafi, ben optimum olandan bahsediyorum. Bunu biraz daha geniş tutanlar ya yapacak cidden daha iyi bir işi olmayanlar, ya da neş-ü nemayı 30 lu yaşlarda atlatmayı planlayan insanlar.
Bu konulara berrak açıklık getirdikten sonra, biraz Joss Whedon'dan bahsetmek istiyorum. Ortalama bir TV izleyicisi kendisini cnbc-e'de yayınlanan Buffy The Vampire Slayer ve Angel dizilerinden fantastik-komedi-dram-korku dizilerinden tanıyabilir. Sınıflandırmayı çok jilet gibi keskin çizgilerle yapamıyorum; kimi bölümlerde (özellikle Halloween zamanlı olanlar) katıla katıla gülerken kimilerinde ne olacak bunların hali bak diye üzülüp, yer yer dolaptan fırlayan kedi gibi klişe seyirci zıplatma anları içeren diziler bunlar. İki dizinin bitmesi de benim için çok üzücü olmuştu, ama sonra anladımki Sarah Michelle Gellar'ı artık gözümde başka türlü canlandıramıyorum cidden, bu kararlarında hak verdim.
Ortalama olmayan bir dizi izleyicisi Joss Whedon'u Firefly'dan da tanıyabilir, ki kendisini zamansız bitirdiler. Sonra seyircileri kırmamak için bir de Serenity diye film çektiler, ama bu da kanayan yaralara derman olamadi. Uzun süre Joss Whedon'dan ses soluk çıkmadı, zaten araya yazarların grevi gibi bizi derinden üzen, torrentlere boş boş bakmamızı sağlayan olaylar da girdikten sonra Dr. Horrible's Sing-along Blog diye 3 bölümden oluşan webisode'lar girdi hayatımıza. Başrolünde teh Neil Patrick Harris oynuyordu ve bir müzikal kıvamında çekilmişti. Tek kötü yanı sadece 3 kısacık bölümden oluşması ve dertlerimizi bitirmede yetersiz kalmasıydı.
Sonra ortada dedikodular dolanmaya başladı. Joss Whedon yeni bir dizi projesine başlayacaktı ve başrolünde Buffy'den Faith olarak tanıdığımız Eliza Dushku oynayacaktı. Nefesimizi tutup beklemeye başladık, acaba bu seferkinin konusu ne olacaktı diye. Ayrıntılar birer birer açıklanmaya başladı, projenin adı Dollhouse'tu ve hafızaları silinmiş birtakım kızları isteğe göre programlanıp müşterilerin arzuları doğrultusunda kiraya veren bir şirketle ilgiliydi. Doğal olarak benim de aklıma acaba genelevde geçen bir dizi mi olacak geldi. Sabırsızlıkla bekleyiş sürüyordu; 2008 sonu, yok erteledik bir daha çekeceğiz, 2009 başı yayına girecek derken 2009 şubat ayında beklenen gün geldi ve sonunda yeni bir Joss Whedon dizisine kavuştuk.

İlk bölüm biraz diziyi tanıtmak, biraz karakterleri anlatmak gibi endişeler içerdiğinden çok da takdire şayan olduğunu söyleyemeyeceğim. Ama bu kadar uzun beklemiştik yeni bir Joss Whedon dizisi için zaten, neden bir iki bölüm daha sabretmemeliydikki? Tarih itibariyle Dollhouse'un 4 bölümü yayınlandı ve her bölümde zannımca çıtayı biraz daha yükselttiler. Dizinin ana karakteri Echo (Eliza Dushku) yukarıda da bahsettiğim gibi Dollhouse isimli hafıza silen-isteğe göre yeniden yükleyen bir firmada çalışan bir "doll"dur. İşinden arta kalan zamanlarda bol bol yoga yapıp yüzer, salata ağırlıklı bir diyetle beslenir. Müşterilerin ihtiyaçları doğrultusunda kimi zaman bir kızarkadaş, kimi zaman casus, kimi zaman da ebelik yapan çok yönlü bir insandır. Ama bunların hiçbirini hatırlamaz, çünkü görevinden döndüğü zaman hafızası hep sıfırlanır, bir sonraki görevine kadar über sağlıklı hayatına devam eder. Echo'dan başka kızlarımız hatta oğlanlarımız da vardır Dollhouse'ta (Barbie'ler ve Ken'ler). Ama dizimizin kahramanı Echo'dur ve olaylar onun etrafında döner, diğerleri ihtiyaç duyulduğunda ek birlik olarak gönderilir.
Dizinin konusu ilginç. Şimdiye kadar tam olarak tatmin edemese de (Joss Whedon'un sarkastik komedisini göremedik halen) ilerleyen bölümler umut vaatedici, heyecanla bekliyoruz.

Cumartesi akşamı da Watchmen'i izledik hayırlısıyla, hakkındaki yorumlarımı kısa bir süre sonra buradan halka sunacağım.