NHK ni Youkoso

Bundan çok değil, 10-15 sene öncesine kıyasla evimden hiç çıkmadan ev alışverişimi yapabiliyor, kıyafet alabiliyor, 20 senedir görmediğim ilkokul arkadaşlarımla bile görüşebiliyorsam teknolojik açıdan son raddelere ulaştığımızı söyleyebilirim. Amerikan askerlerinin kendi aralarında 1960’ların başında kurulan networklerden bu yana çok yol katetmiş olabiliriz ama her güzel şey gibi belki bunun da eksi puanları vardır.
Eskiden alışveriş yapmak için çarşılara gidilirdi. Ayakkabı alınacaksa ayakkabıcıya, baharat alınacaksa aktarlara, kitap alınacaksa sahaflara uğranırdı. Sonra birisinin aklına neden bütün bu dükkanları aynı yerde toplamıyoruz, tek bir yere gidilinsin bütün alışveriş orda yapılınsın diye bir fikir geldi ve büyük alışveriş merkezleri ortaya çıktı. Artık tek bir binaya girip bütün işlerinizi halledip hatta üstüne yemeğinizi yiyip sinemaya da gidebiliyorsunuz. Bu durum köşebaşındaki kasapların ve manavların pek işine gelmese de eğrelti otu gibi heryerde bitiveren büyük alışveriş merkezlerine bir dur diyen de olmadı. Haftasonları gençlerin gidip karşılıklı muhallebi yiyip ilk defa el ele tutuştukları pastaneler de yerlerini yeşil üstü beyaz allcaps yazılı, çift kuyruklı denizkızımsı logolu kahvecilere bırakınca mahalle esnafının kazancına iyice kibrit suyu dökülmüş oldu. Artık işiniz daha kolay, kapı kapı dükkan dükkan gezmektense bütün ihtiyaçlarınızı biryere topladık, böylece zamandan kazandınız; arta kalan zamanınızı ailenizle geçirin gibi bir pazarlama kampanyası olan alışveriş merkezlerinin daha çok para harcamaya yönelten sübliminal mesajlarının da farkına varamadık.
Daha sonraları, evinizden hiç dışarı çıkmadan da günlük ihtiyaçlarınızı karşılayabileceğimiz olanaklar karşımıza çıktı. Neymiş, evimizin huzurlu ortamından kendimizi neden ayıralım, supermarketler aslında büyük zaman kaybı, evden online ver siparişi kapına kadar getirsinler olanağı ilk başta kulağa hoş geliyor. Tabi ben de hoşlanmıyorum kilolarca torbayı taşımaktan ellerimin büzüşüp Yoda pençesine dönüşmesinden. Telefonla pideciyi arayıp karşımdaki doğu aksanlı adamla anlaşmaya çalışmak da zor geliyor. En güzeli ortadaki insan faktörünü kaldırıp “bir tıkla” istediğim herşeyin evimin kapısına kadar gelmesi. Sırf alışveriş değil tabi olay, en son burnundaki sümükle ip atlarken gördüğüm arkadaşlarımla evimden çıkmadan yeniden görüşebiliyor olmak da 80’li yıllarda akıllara zarar bir durumdu.
Evden çıkmayı ben de çok sevmiyorum. Kalabalıklar üstüme üstüme geldiği oluyor, bazı bazı boğulacak gibi hissediyorum. Hem evde kendi istediğim müziği açıp sevdiğim insanları çağırıp aynı paraya bir bardak yerine bir şişe alkolümü alıp eğlenebiliyorsam, dışarısının cazibesi de azalıyor gözümde. Sinemada filmi istediğim yerde durdurup tuvalete de gidemiyorum ya da bu aktör hangi filmde oynuyordu kafayı yiyeceğim diye imdb’den de bakmak zor geliyor (3G’ye sarkastik saygılar). Bütün bunları evde pijamla yayarak da yapabiliyorsam neden iki saat ne giyeceğim diye düşünüp, ay bu ayakkabı bu elbiseye gitmedi, sonra üşür müyüm yanıma ceket alsam mı, göz kalemi çekerken gene yamulttum bak şaşı gibi oldum streslerine girmeden güzel vakit geçirmek istiyorum. Bu durumda dizimi kırıp evde oturmak daha mantıklı geliyor.
Sosyal komüniteler de hayatımıza girince bu işe bir son vermenin zamanı geldiğini anlamalıydım. Myspace’de ne kadar arkadaşınız olduğu sizin ne kadar sosyal olduğunuzdan çok bilgisayar başında ne kadar vakit geçirip aslında ne kadar asosyal olduğunuzu gösteriyor (acı ama gerçek). Bundan 5 sene önce insanların kahvaltıda ne yedikleri, yolda gördükleri kedilerin fotoğrafları, şu anda ne dinledikleri hiç ilgimi çekmiyorken online communitylerin hemen hepsinde birer profil oluşturmuş olmam ve bunları düzenli aralıklarla kontrol ediyor olmam belki de aslında çok “loser” bir hayat yaşadığımı gösteriyor. Ama bütün havalı çocuklar aynı şeyi yapıyorlar, yeni akım bu artık, sen yapmıyorsan demode bir insansın diye düşünülüyor. Pek tabi diğer insanların ne düşündüğü sosyal hayvanlar olarak umurumuzda olunca da ister istemez kendinizi bu girdabın içinde buluyorsunuz.
Bu kadar çevrimiçi sosyallik aslında bizi asosyalliğe itiyor. Şöyle ki, aslında iletişim içinde olduğunuz şey parlak bir ekran ve klavye, karşı tarafta da sizinkine benzer ekipmanlar var. Aslında sosyalim bak insanlarla iletişiyorum diyorsunuz ama sizin iletişim dediğiniz 0’lardan ve 1’lerden oluşan ufak paketler, kilometrelerce kablolar üzerinden gidip geliyorlar. Bunun için illa evde olmanıza da gerek yok aslında, işinizden de bağlanabiliyorsunuz; hatta operatörüm sağolsun otobüsten vapurdan da arkadaşlarımla iletişim içine girebiliyorum (3G’ye bir defa daha sarkastik saygılar). Bütün bu telefonlar bilgisayarlardan önce daha odası posterlerle dolu bir çocukken böyle birşeye ihtiyacım yoktu şimdi neden var bilemiyorum ama eksikliği bende kaşıntı yapıyor.
Evinden çıkmadan bütün ihtiyaçlarını giderebiliyorken (kafamın üstünde parlayan elmas yeşil rengi gösteriyor) neden evden çıkayım sorusu gündeme geliyor. Böyle düşünen çekik gözlü arkadaşlar kendilerini eve kapatıp, reel dünya ile ilişiğini kesip, kendilerine bir isim bulmuşlar; hikikomori. Anlam itibariyle kendini sosyallikten çekme, kapanma manasına geliyor. Günümüz hayatının zorlu koşulları düşünülecek olursa (kalabalık kentler, trafik, ekonomik kriz, eğitim zorluğu) mücadeleden hoşlanmayan birisi için hikikomori olmak çok da zor olmasa gerek. Özellikle Japonya’daki eğitim zorluğu (günlük kullanılan 3 alfabe ve bunlardan bir tanesinin yaklaşık 2000 harf olduğu düşünülecek olursa, evet zor, ben 29 ile anca başa çıkabiliyorum); zorlanmaya gelmeyen birinin herşeyden vazgeçip kendini dış dünyadan izole etmesi kolay bir kaçış yöntemi. Japonya hükümeti bu insanlar için İngiltere’den bir kısaltma da araklamışlar, NEET: Not into Employment, Education or Training; yani iş eğitim ya da yetiştirme içinde olmayan. Böyle bir popülasyonun ekonomide nasıl bir etki yapacağı tartışılır ama toplam nüfusun %1’i nin bu durumda olması çalışmayı pek seven Japonlar’ın yüreğine oturmuş olsa gerek.
Japonlar’ın kendine has bir görsel zevki olduğu ve bunu bütün dünyaya bir şekilde empoze etmiş oldukları bir gerçek. Hep kendileri bıdır gözlü oldukları için çizdikleri karakterlerde abartıya kaçtıkları söylenir ama işin aslı Disney’in kocaman gözlü Bambi’sinden esinlendikleridir. Öyle ya da böyle, bizim yıllardır beceremediğimiz okuma ve kitap sevgisini mangalarıyla bütün yaştaki insanların metroda otobüste ellerinden düşürmeden okumalarını sağlamaları bence büyük bir başarı. Sırf anime ya da mangayla da bitmiyor tabi olay, büyük bir endüstriye dönüşmüş durumda. Sevdiğiniz karakterli beslenme çantasından tutun da, figürler, dvdler, ve aklınıza gelebilecek her türlü tüketim malzemesini satın alıp severek kullanabiliyorsunuz. Eğer bu konuda biraz suyunu çıkarıp odasını Duman posterleriyle kaplayıp konserlerinde en önde bağıran 14 yaşındaki kızlara benzemeye başlarsanız size kısaca “otaku” diyoruz. Aslında herşeyin “otaku”su olabilirsiniz, eğer saplantı haline getirdiğiniz bir hobiniz varsa; ama en çok anime/manga sapıkları için kullanılıyor otaku kelimesi. Eğer öyleyseniz sizi Akihabara’daki maid cafe’lerde 5 çayına bekliyorum.

nhk
Terminolojiyi çözdükten sonra asıl anlatmak istediğim konuya “artık” geçmek istiyorum. Bu kadar açıklamadan sonra konuyu nereye bağlayacağımı merak edenler için gelsin; Welcome to the NHK! Konu önceden açıkladığım hikikomoriler üzerinde gelişiyor. Evden dışarı çıkmaya korkarcasına çekinen, okulu sırf bu yüzden yarım bırakmış, işe giremeyen bir grup genç, hikikomori. Baş kahramanımız Satou Tatsuhiro da 4 senedir böyle bir hayat tarzı benimsemiş bir insan. Evinde dışarıdan söylenmiş ramenlerin boş kutuları ana dekor unsuru olarak kullanmış, içilmiş kolaların boş tenekeleri de onlara eşlik etmiş. Tabi insan evde oturdukça tembelleşiyor, sürekli oturduğu ve artık onun vücut şeklini alan koltuğunun etrafında genişleyen bir radiusta çöplerini diziyor. Kalkıp 3 adım yürüyüp onları çöpe atmak, hatta biraz daha gayret edip çöpü akşam gelip kapıcı alsın diye kapının önüne koymak zor geliyor. Evinizde bir bilgisayar ve broadband bir internet bağlantınız varsa, e bir de gönülde tembellik varsa bir hikikomori olmak zor değil gibi gözüküyor. O kadar pislik içinde yaşayabilir miyim orasını bilemem (arkadaşlarının evine gidip lavabodaki bulaşıkları yıkama kapasitesinde bir insan olarak), ama derdiniz biraz evde yatayım, film izleyip çekirdek çinteyim, bulaşıklar biraz daha dursun kurtlanmaya yakın yıkarım, bu akşam kapıcıyla samimi olmak istemiyorum çöpleri yarın veririm ise hikikomori değilsiniz, sadece uyuşuk bir tembelsiniz.
Welcome to the NHK! (ünlem ile evet) ilk olarak Tatsuhiko Takimoto tarafından yazılmış bir roman. Daha sonra mangaya çeviriyorlar (metro Japonları seviniyor) ve en son da Gonzo tarafından 24 bölümlük bir anime serisi olarak karşımıza çıkıyor. Burdaki NHK’dan kasıt meraklı olanların tahmin edebileceği gibi Japon TRT’si (Nippon Housou Kyoukai-şimdi kanjili manjili de yazardım da ukalalığın alemi yok) değil, Nihon Hikikomori Kyoukai olarak geçiyor. Böyle düşünülmesinin sebebi de bir komplo aslen, televizyonun yayınladığı güzel programlarla bizleri ekran karşısına kilitleyip hepimizi bir hikikomoriye dönüştürüp evden çıkmamamızı sağlamak (ha şimdi neden Türkiye’de hikikomori kültürü yok, anlaşıldı). Televizyonun neden bizi eve bağlamak istediği de çok açık zaten; dünyayı uzaylılar istila etmiştir, sadece bir kişi hayatta kalmıştır (ki ne tesadüftürki bu da baş kahramanımız Satou-kun’dur). Dışarı çıkıp aslında içinde bulunduğu dünyanın uzaylılar tarafından bir düzmece olduğu anlaşılmasın diye de böyle bir yöntem geliştirmişlerdir. Böylece rahatlıkla üzerinde deney yapabilecek ve hayatını gözlemleyebileceklerdir. Biraz zahmetli bir deney gibi geldi, ama komplo teorilerinde gerçekçilik ve olabilirlik çok fazla aranmıyor. Hikayede kahramanımızı bu hikikomori hayatından çekip kurtarmak isteyen Misaki isimli bir kızımız var. Besmele çektirip hamamda yıkanmıyor, ters bir Ahu Tuğba/Kadir İnanır havası yakalayamıyoruz belki ama önemli olan niyet.
Animede meraklı olmayanların bilemeyeceği terimler bolca kullanılmış (ki baştaki uzun yazının izlemek isteyenler için bir kaynakça gibi olmasının sebebi bu); Japon alt kültürüne bolca göndermeler var. Gene çok anime izlemeyenlerin genelde bu tarz çizgi filmleri ninjalı-kızlı-süpergüçlü-robotlu gibi sınıflandırdığı düşünülecek olursa bu klasmanların hiçbirine girmiyor. Kimse kolyesini çıkarıp sağa sola kurdeleler saçarak başka birine dönüşmüyor, mechalarına atlayıp savaşa koşmuyorlar ya da kimse boyundan büyük rakı masası ayarında kılıçlar taşımıyor. Gündelik hayattan alınmış, hatta çok üzerine düşünürseniz, belki biraz da felsefi yönü olan bir anime Welcome to the NHK!. İzledikten sonra kendinizi dışarı atma ihtiyacı duyabilirsiniz, belki o sadece facebook’tan mesajlaştığınız ama 20 senedir görmediğiniz taso oynayan arkadaşınızla buluşmak istersiniz, kimbilir.

Galaksi Hekimler ve Tabipler Odası

(Resetmagazine yazısından kopipeyst'tir)

İnsanlığın ulaşım adına yaptığı en büyük icadın tekerlek olduğunu düşünecek olursak; son yüzyıl içerisinde ancak aya gidip hoplaya zıplaya yürüyüp bayrak dikmenin çok da büyük bir gelişme olduğunu düşünemeyeceğim. Yaklaşık 5500 yılda tek tekerden anca 100 milyon kilometre ötedeki uzaktan kumandalı bir arabayı sürdüğümüzü de hesaba katacak olursak hâlâ almamız gereken çok yol olduğu kanaatindeyim. Bazen bulutsuz gecelerde gökyüzüne bakıp belki denk gelir de uçan daire görürüm; yeryüzüne doğru yönelttikleri konik yeşil ışıkla beni de gemilerine alırlar diye fanteziler kuruyorum; ama bu benim tabi. Belki siz uzaylılara inanmıyorsunuz, bütün evrende tek başımıza olduğumuzu, deli gibi güneş etrafında döneldiğimizi düşünüyorsunuz; mümkünse benim hayallerimi kırmayın ve bu fikrinizi kendinize saklayın. Böyle sonsuz bir evrenin sadece bir gezegen için yaratılmış olabileceği gerçeği bana büyük israf olarak geliyor.
Zaman lordu olmadığımdan ötürü ne yazık ki zamanlar ve mekanlar arası yolculuğu henüz yapamıyorum. Standart bir zaman makinesi (akım kapasitörü ile çalışan mesela) sizin anca bulunduğunuz mekanda zamanda ileri geri gitmenizi sağlar. Oysa ki TARDIS gibi bir alete sahipseniz, hem zamanda ileri geri hareket edebilir, hem de galaksiler arası yolculuklara yelken açabilirsiniz. Yelken açmak burada çok da doğru bir tabir değil belki, ne de olsa dışarıdan telefon kulübesi gibi gözüken bir aletin içindesiniz. Olsa olsa telefon açabilirsiniz diyerek, en kötü esprimiz böyle olsun diyorum.
tennant
Doctor Who, en uzun süre televizyonlarda kalmayı başaran bilim-kurgu dizisi olarak Guinness rekorlar kitabına bile girmiş bir yapım. Her ne kadar “Aman ben İngiliz dizisi izlemem, pırasaya benzeyen insanlar var” ya da “Amerikan bilim-kurgu dizileri çok daha büyük bütçeyle çekiliyor, ne o öyle alüminyum folyodan robotlar falan” diye düşünecek kadar zavallı insanlar olsa da (ki onlarla arkadaşlık etmiyorum zaten, facebook’tan teker teker deşifre edip siliyorum) 1963’ten beri ekranlarda yerini koruyan Doctor Who, bu düşüncelere kulaklarını tıkıyor. Doğal olarak bu kadar uzun süre ekranda kalan bir dizide aynı aktörlerin oynayacağını düşünmek biraz saflık olur. Zaman lordları ölmelerine yakın kendilerini komple rejenere edip bambaşka bir görüntüye sahip olabiliyorlar. Yanlış anlamayın, onların huyları bu; yoksa dizinin devamlılığını sağlayacak bir senaryo hilesi değil. Şimdiye kadar tam 11 aktörün aynı Doctor Who rolünü üstlenmiş olması da dizinin ne kadar uzun sürdüğüne dair bir ipucu veriyor (halbuki Demirel’i oynatsalardı böyle bir dertten kurtulacaklardı).
Başta da söylediğim gibi, Doctor Who, bir bilim-kurgu dizisi. Zaman lordlarının sonuncusu olan bu arkadaşımız uzay ve zamanda telefon kulübesi görünümlü uzay gemisiyle hareket ederek maceradan maceraya koşuyor; iyilerin yanında kötülerin karşısında, haklıyı haksıza karşı savunuyor. Ölmesine yakın da kendini bir 30bin bakıma aldırdığını düşünecek olursak, aslında bu yolculukların çok yalnız geçtiğini zannedebilirsiniz. Ama kahramanımız 900 küsur yaşın verdiği bir bilgeliğe sahip (benzer bir örnek için bakınız:yoda); serüvenlerinde her zaman yanına güzel bir bayan da alıyor ki, yalnız geçen bol yıldızlı galaksi gecelerinde ağlamak istediğinde başını koyabileceği bir omuz olsun. Bu bayanlar ile arasında sürekli bir elektriklenme söz konusu; hah tamam bu sefer oldu, bundan sonra birlikte olacaklar, öpüşüp barışacaklar diyorsunuz ama hep bir mazeret, hep bir bahane. Biz bunun benzerini X-Files’da Mulder ve Scully arasında da görmüştük; onlar da kurudular kaldılar bak demekle yetiniyorum.
2005 yılında tekrardan zamanla yitirdiği popülaritesini yakalama girişiminde bulunan Doctor Who, bence bu başarısını David Tennant’lı bölümleriyle yakalıyor. Küçük bir çocukken BBC’de Dr. Who bölümleri izleyerek aktör olmaya karar veren Tennant, bu isteğini yakalamış olsa da, rolün üstüne yapışmaması için her aktörün günün birinde vermesi gereken kararı vererek 2009 yılında Doctor Who rolünden ayrıldı. Yerine geçen Matt Smith, Tennant’ın pabuçlarını doldurabilir mi bilmiyoruz; ama dünya döndükçe ve metalik Dalek’ler yok etmeye devam ettikçe biz dünyalıları bir çok dertten ve olası yok olmadan kurtaracağı kesin. Bilim-kurgu janrını biraz Amerikan egemenliğinden alma derdindeyseniz size Doctor Who’yu tavsiye ederim. Dışarıdan sadece basit bir telefon kulübesi gibi gözükebilir, ama içerisi sandığınızdan çok daha büyük.

Miyazaki'ye Mektup

(Resetmagazine yazısından kopipeyst'tir)
ponyo
Sevgili Hayao Miyazaki,
Biliyorum sen bunu hep yapıyorsun. Her yeni filmini izlediğimde içinde bulunduğum dünyadan beni soğutup, senin yarattığın dünyada yaşamak istememi sağlıyorsun. Bunun ne yazık ki gerçekleşmeyecek bir hayal olduğunun farkına vardığımda da beni hayal kırıklığına uğratıyorsun. Bu yüzden sana kırgınım ve sana laflar hazırladım.
İlk olarak yaptığın filmlerin birer animasyon olduğunu sana hatırlatmak isterim. Her saniyesinde ayağı başı ayrı oynayan kareler yapıyor olman hem emrin altında çalışan animatörleri, hem de onları düşünen beni üzüyor. Eskiden sabit bir fon üzerinde takılan karakterler olurdu, hiç mi izlemedin Tom ve Jerry çizgi filmlerini? Hadi Disney 1940’ta “Fantasia” diye uzun metrajlı bir animasyon çıkardı; orada bir çizgi filmin aslında sadece birbirinin beynini patlatmak isteyen iki düşman karakterden ibaret olması gerekmediğini gördük. Fantasia ‘da da her bir yeri ayrı oynayan sahnelere şahit olduk; dans eden süpürgeler, mantarlar gördük. Ama Disney bile bu işten ağzının payını alıp ne kadar çalışma gerektirdiğini gördü, taa 1999’a kadar bir yenisini yapmaya cesaret edemedi. Sen neden kendi animatörlerine acımıyorsun, bir de bilgisayar kullanmadan sadece el emeği ile çizilen karelere onay veriyorsun?
“Sen to Chihiro to Kamikakushi/Spirited Away” i izlediğimde de aynı duygu seline kapılıp göz yaşlarına boğulmuştum. Belki dedim, bu sefer dedim, sana son bir şans daha vereyim dedim; ama ne oldu, “Gake no ue no Ponyo/Ponyo on the Cliff by the Sea” yi izledim. Şimdi senin yüzünden buradaki evimi barkımı satıp, bir adaya yerleşip, bütün gün denizlere uzaklara bakmak istiyorum. Belki bir gün deniz kenarında insan suratlı bir balık bulurum da, o da beni sever, sonsuza dek mutlu mesut yaşarız.
James Cameron’un Avatar’ını izlediğimde de sonsuza dek Pandora’da yaşarmışım gibi geldi. Ama sonra düşündüm, dişleri kafam kadar yaratıklar var, gece uykumda gelip oramı buramı ısırırlar hoş olmaz dedim. Üzerimdeki etkisi çok fazla olmadı. Hem rahat nefes bile alınmıyor, karbon fiber kemiklerim de henüz yok, ağaçtan ağaca da atlayamam; düşüp kafamı gözümü yararım kesin. Gece parlayan yaratıklar öyle bir gece klubü ortamı; bastığın toprak ışıldıyor, sanırsın ki Billie Jean klibindeyiz. Vazgeçtim bu sevdadan. Ama Gake no ue no Ponyo’daki gibi ufak bir adada yaşayayım, sonra birden denizler altı 20bin fersah olsun, böyle Kanagawa’nın büyük dalgası gibi dalgalar gelsin üstüme üstüme. Ama sonra bir bakayım aslında onlar dalga değilmiş, yüzen kocaman mavi balıklarmış.
Ayrıca yarattığın karakterleri bu kadar sevimli yapma gibi bir zorunluluğun olduğunu zannetmiyorum. Senin yüzünden dalyan gibi Türk delikanlılarını bırakıp Japonya’ya yerleşip oradan birisiyle evlenmeyi düşünüyorum; sırf senin çizimlerindeki gibi boy boy çocuklarım olsun diye. Dağlık da bir araziye yerleşeceğim ki, kız çocuklarım yokuş aşağı koşarken etekleri arkaya doğru hafif havalansın, sonra dengelerini kaybedip taklalar ataraktan inişlerini tamamlasınlar. Ben de bunları izleyip “ah ne sevimliler, değil mi?” diye iç geçireyim.
Ne yazık ki dünya senin yarattığın gibi sevgi pıtırcıklarından oluşmuyor. İnsanların başına kötü şeyler gelse bile en sonunda kazanan sevgi olmadığı da oluyor (ki büyük çoğunlukla olmuyor zaten). Ama ben alışığım buna zaten, insanoğlundan çok da fazla bir beklentim yok . Öyleyse neden içimde bir umut ışığı yakıp sonrasında gerçeklerle yüzleşince beni hayal kırıklığına uğratıyorsun? Ben de isterdim otobüs durağında yağmur altında benimle birlikte bekleyen kocaman bir hamster olsun, bulutlar üstünde uçan şatolar, sular altında deniz kızları olsun. Ama olmadığının farkındayım ve bunların yokluğu kör kör parmağım gözüne şeklinde neden bana hatırlatıyorsun? Yaptıklarını insanlık dışı buluyor ve sana teessüf ediyorum.
Peki bu hikâyeler aklına nereden geliyor? Senaryoyu yazarken emrinde çalışan 50 tane saf ve masum çocuk bulundurup onlara mı danışıyorsun? Yoksa akşamları kurabiyeni yiyip sütünü içtikten sonra rüyaya mı yatıyorsun? Yaşadığın yer bütün dünyanın pisliklerinden ve kötülüklerinden arınmış bir yer mi, öyle bir yer varsa neden bize açıklamıyorsun? Lost bu sezon bitiyor bak, onlar bile bazı sırlarını açıkladılar ve bizi son anda kanser olmaktan kurtardılar, sen bize bu işkenceyi kasten mi yapıyorsun?
Animasyonlarını hiç “live action” film haline getirmeyi düşündün mü? Eğer böyle bir planın varsa şayet bileyim, hemen seçmelere katılayım. Yalandan bile olsa senin dünyanda var olmak istiyorum, maksat dostlar alışverişte görsün. Gake no ue no Ponyo’daki Fujimoto karakterini de Johnny Depp şahane canlandırır, benden tavsiye. Ama bir ricam var, mümkünse Tim Burton çekmesin, o da son zamanlarda iyice cıvıdı, başucu kitabım “Alice in Wonderland” hiç olmamış beğenmedim.
Sözlerime son verirken senden bir ricam daha olacak. Bir daha bir animasyon tamamladığında mümkünse bana haber verme. Bir kez daha “reel hayata dönme” travmasını atlatabileceğimi sanmıyorum.
Saygılarımla,
Bir numaralı hayranın.

Jennifer ve Dadaşları

(Resetmagazine yazısından kopipeyst'tir)


Biraz aklı başında, omurilikten ziyade beyin üzerinden komut yürütüp çalışan, yeni öğrendiği kelimeleri cümle içinde kullanabilen bir kız evladı olarak ekranda ya da renkli magazin sayfalarında gördüğü dişi bireyleri kendimle kıyaslamam; bunlara baktığı ve olası fantaziler kurduğu için erkek arkadaşımı suçlayıp kavga çıkarmam, Vulkanlı Spock için “mantıkdışı” gelebilir. Hele bir de içten içe nefret duyduğum halde bu bayanlar hakkında çıkan dedikoduları okumam , internetler üzerinden makyajsız fotoğraflarını bulup, bilumum şahsa forwardlayıp “ahı ahı ahı” diye gülmem de sağlıklı bir davranış olmayabilir. Hatta ve hatta abartıp bu bayanlar benim de göz zevkime hitap eden karşı cinsle beraberlikler kuruyorsa, onların voodoo bebeklerini yapıp her sabah kalktığımda gözlerine dizlerine iğneler batırıyor olmam (cehennemlerde çürüyeceksin Rachel Bilson, Anakin’imi kaptın) bir ruh hastalığına işaret ediyor olabilir, ama ben bu saydıklarımı yaptığım için pişman değilim.
Megan Fox’ı Michael Bay sayesinde Transformers ile tanıyıp, dişi kitle olarak anında nefret etmiştik. Dünya üzerinde zaten Angelina Jolie isimli bir bayan vardı; Brad Pitt’i koluna takıp çoluk çocuğa karışarak evinin kadını olmuş, boş zamanlarında kendini hayır işlerine adayıp gezdiği ülkelerden souvenir olarak evlatlık almış bir insandı. Ha tam kurtulduk böyle bir tehditten, nasıl olsa Brad Pitt’ten iyisini bulacak değil ya, koşup benim sevgilimi mi çalacak Brad’i bırakıp diye kendi çapımızda sevinirken, 2007 yazında sırtından boncuk boncuk süzülen terleri ve kalçasının az altında biten eteğiyle araba kaputuna eğilmiş bir bayan, bütün dünyamızı alt üst etti. Zaten allahın cezası Victoria’s Secret, erkeklerin gözündeki kadın imajının çıtasını arşa değer başım haline getirmişken bir de Amerikan standartlarına göre anca legal yaşta olan bir bayanın nereye dönsek karşımıza çıkıyor oluşu dağlara taşlara haykırmamıza sebebiyet verdi.
Megan Fox’ın el baş parmaklarının ayak parmağından hallice oluşu, rol yapmaktan anladığının uzaklara boş boş bakıp dudaklarını çemçükçe büzmekten ibaret olduğu, dövme seçimi konusunda sırtına kitap yazdırmak gibi korkunç tercihler yaptığı gibi propagandalarım başarısızlıkla sonuçlansa da ben yılmadım; kedi olsam değil ciğere pis demek, vejetaryen olur kıvama geldim. Ama ünlü İtalyan düşünürü Don Carleone’nin de salık verdiği gibi, insan dostlarını yakın, düşmanlarını daha da yakın tutmalı. Kendisini sevmesek de yaptığı işleri takip etmeli, illa çamur atacaksak güncel konular üzerinde yoğunlaşmalıyız. Scream serisi bitti biteli de ağzımızın tadıyla “teen slasher” izleyemediğimizden kelli, “Jennifer’s Body” ya da über fantastik Türkçe çevirisiyle “Kana Susadım”; (Step Mom-Omuz Omuza’dan sonra favorilerim arasına girer bu çeviri) filmine gitmek kaçınılmaz bir son olmuştu.

jen
Jennifer’s Body, Megan Fox’tan ayrı olarak, Juno filminin özgün senaryosuyla Oscar’ı şöminesinin üstüne koymaya hak kazanan Diablo Cody tarafından yazıldığı için ilgimi çekmiş bir filmdi. Fragmanında popüler kültüre göndermeler yapan diyalogların bulunduğu, Megan Fox’ı olabildiğine çirkin gösterdiği, The O.C. dizisiyle genç kızların kalplerinde taht kuran Adam Brody’nin de rol aldığından ötürü, filme olan merakım daha da kabarıyordu. Ben ve salondaki birçok erkek Jennifer’s Body’ye, Megan Fox’ın Meryl Streepvari performansını görmekten ziyade acaba filmin kaçta kaçında donunu göreceğiz diye gittiğimizden ötürü pek bir korku filmi ambiyansı yakalayamadık. Filmin zaten janrını korku-komedi olarak lanse ediyor olmaları bence “Ben aslında porno değil komedi filmi çektim” diyen Şahin K.’dan daha inandırıcı olamıyor.
Diablo Cody’yi Juno ile çok sevmiş olmama rağmen kendisinin “one hit wonder” olduğunu düşünmeme yol açtı Jennifer’s Body. Juno’yu aslında güzel yapan Ellen Page ve Michael Cera’nın harika oyunculuğu, Jason Reitman’ın da yönetmenliği olduğuna karar verdim. Zira Jennifer’s Body’de böyle etkenler olmadığından ötürü Megan Fox’ı ne kadar donla gösterirlerse göstersinler bir süre sonra bayıp saatinizi kontrol etmeye, filmden çıktıktan sonra nerde ne yiyeceğinizi düşünmeye başlıyorsunuz. Hasetimden çatlamakla bir alakası yok bunun, sinema salonunu filmin ortasında terk eden birçok babayiğit, tezimi güçlendiriyor. Diablo Cody’ye buradan teessüflerimi sunuyorum; ruhunu her şeytana teslim eden şahsiyet böğrünü etrafa saçacak diye bir kural yok; Allaha şükür taa küçük bir çocukken izlediğim yediğini midesinde tutamayan blumik Linda Blair sağolsun, The Exorcist yüzünden korkumdan uyuyamayıp gecelerim gündüzlerime karışmıştı. Gerçi benzer bir sahneyi Megan Fox’tan izlemek her ne kadar eğlenceli olsa da, yeni bir şey görmüş olmuyoruz. Filmde stereotipik Amerikan lisesi karakterleri de biraz sığlık katmış; bir İtalyan bir Fransız bir Laz fıkraları gibi bir sporcu, bir gotik/emo, bir kitap kurdu gibi fazla yüzeysel kalmış karakterlere dönüşmüş.
Filmin yönetmeninin, senaristinin ve iki başrol oyuncusunun da bayan oluşu feminist hareketi ne kadar destekler bilemiyorum; ama Jennifer’s Body sinemada izlemektense yapacak hiçbir işiniz olmadığı bir akşam birkaç arkadaş toplaşıp DVD’den de izleyebileceğiniz bir film. Hiç değilse böylelikle Megan Fox’ın böğürerek kustuğu sahneyi başa alıp tekrar tekrar izler, dakikalarca gülersiniz. Ben şahsen sinemada etrafa ayıp olmasın diye çok gülemedim, içimde kaldı. Ayrıca ufka boş boş bakıp dudak büzerek de milyon dolarlar alınıyorsa ve buna oyunculuk deniyorsa, herhangi bir petshoptan alabileceğiniz Japon balıkları da aynısını yapıyor, üstelik fiyatları da çok uygun. Filmin posteri de True Blood’dan çalmışlar gibi duruyor. Hem söylemeseydim de çatlardım, Megan Fox da o kadar güzel bir kadın değil, peh.

Olası Bir Zombi Saldırısı Esnasında Hayatta Kalma Rehberi

(Resetmagazine yazısından kopipeyst'tir)
(Hitchhiker's Guide to Zombieland)
Fantastik ya da doğaüstü yaratıklar barındıran korku filmlerini düşünecek olursak vampirler, kurt adamlar, kimyasal atık ya da benzeri bir kazaya maruz kalan yaratıklar ve zombiler aklıma geliyor. İlk ikisini Twilight serisi birçokları için bertaraf ettiğinden ötürü (hadi güneşte simli simli parlayan cinsel kimliği belirsiz vampirleri sindirdik diyelim, chowchow köpeklerinden hallice kurt adamlar fazla oldu ama) elimizde tutunacak dal sayısı cidden azalıyor. Velhasıl, zombiler gibi metaforik anlamları da olan korku filmi donelerine elimden geldiğince sımsıkı sarılmaya çalışıyorum.
Her şey George Romero’nun Night of The Living Dead filmini çekmesi, sinemada çocukların korkudan ağlaşması ile başladı. Baktılar ki zombiler insanları korkutuyor, arada bir de fazladan mesaj kaygılı oluyor; basalım filmleri gelsin paralar gibi bir düşünce doğdu. Buna bir itirazım yok tabi, yalnız Twilight Saga’sının 3. Kitabını okumadığımdan kelli (var mı onu da bilmiyorum ya), bu kitapta zombilere bulaşırsa fena halde bozulacağım.
Zombileri sevmemizin haklı sebepleri var. Diyelim ki bir zombi istilası oldu ve siz henüz ısırılmamış olan mutlu azınlıktansınız. Erzak ihtiyaçlarınızı karşılamak üzere mahalle bakkalına gitmek için evden çıktınız. Sözüm ona alacaklarınız 2 karton sigara, bir kasa kola ve 25 paket cips gibi elzem ihtiyaçlar. Ama yanınıza güvenliği elden bırakmamak adına bir beysbol sopası, bir tüfek ve şarj edilebilir testere aldınız (tabi bunlar her evde bulunan şeyler, yakında ikea’dan bile edinebilirsiniz, yeter ki birleştirme talimatlarına uyun). Yolda giderken karşınıza senelerdir sinir olduğunuz alt katınızda oturan yaşlı teyze çıktı. Ne zaman arkadaşlarınız eve gelse, müziği biraz açsanız, tavana süpürge sapı ile vurma vasıtasıyla sizi uyarıp sinir ediyordu. Size doğru yüzünde boş bir ifadeyle yalpalayarak geldiğini, gözlerinin felfecir olduğunu ve ağzının kenarından salya/kan karışımı pis bir sıvı aktığını gördünüz. Normal şartlar altında ense köküne meşe odunu ile vursanız önce sizi manyak diye içeri alırlar, sonrasında tek celsede cinayetten hüküm giyip hapse girersiniz. Ama zombi istilasının içinde yatan güzellik bu ya, dilediğinizce saldırmakta serbestsiniz. Benzer şekilde, bir markete girdiğinizde market arabalarının arkasına binip, elinizi raflardan içeri sokarak hızla arabayı ittirmek gibi fantezileriniz olabilir. Yapmaya kalktığınızda market görevlileri sizi hemen yakalayacaktır, siz de onlara hesap vermek durumunda kalacaksınız. Zombi istilası gibi felaketlerde ise size doğru yürüyen market görevlisinin alnının çatısına nişan alıp ateş etmek, yapmadığınız takdirde sizi belaya sokacak bir durum. Bütün bunlardan en önemlisi ise, arabayla yolda giderken birden caddeye atlayan yayaları ezmemek adına acı fren yapmak yerine, gazı daha da kökleyip arabanın üstünden uçmalarını sağlamak gibi hayalleriniz olabilir. Normal koşullar altında bu tarz bir davranış ayıplansa da zombilerle karşı karşıyaysanız doğal karşılanır. İşte bu sebeplerden ötürü Kürtleri desteklemesem de zombi açılımını destekliyorum.
Zombiler çoğu zaman bir korku filmi öğesi olarak düşünülüyor. Ben de Shaun of the Dead’i izleyene kadar böyle bir düşünce yapısına sahiptim. Zomcom diye bir türün ortaya çıkmasına bir yandan sevinip, bir yandan da acaba devamını çekerler mi diye düşüncelere kapılırken Zombieland diye bir filmin çekilmiş olması beni bin atlının çocuklar gibi şenlenmesi ayarında sevindirdi.
Zombieland size olası bir zombi istilasında nasıl davranmanız gerektiği konusunda tüyolar vererek bir hayatta kalma rehberi özelliğini taşıyor. Eğer bu konuda endişeleriniz varsa, belgesel tadında da izleyebileceğiniz bir film. Woody Harrelson’ın Natural Born Killers’daki şevkle silah kullanan halini özlüyorsanız, Zombieland derdinize deva olabilir. Bir diğer başrol oyuncusu Jesse Eisenberg’dan biraz Michael Cera tandansı almam da Natalie Portman-Keira Knightley ‘de olduğu gibi ilki olmadı mı diğeri kullanılabilir bir seçenek bize sunuyor.
Zombi filmlerinin tek kötü yanı benim gibi kolay tesir altında kalabilen insanların filmi izlediklerinin ertesi günü spor mağazalarına koşup beysbol sopası alma gibi heveslere sokma eğilimleri. Benzer bir durumu okulda proje teslim haftasında günlerce uyumayıp çizim yaparken arada kafamızı dağıtmak adına GTA oynadığımızda yaşamıştık. Elimizde projeler ve maketler, sabahın köründe taksi beklerken bir tanesinin bile durmaması üzerine o uykusuzlukla yola atlayıp, geçen arabalarının sürücü tarafındaki kapılarına saldırmaya çalışmam; son anda biraz daha uyanık arkadaşlarımdan birisi tarafından durdurulmam ve olası bir facianın engellenmesi, durumuma örnek teşkil ediyor. Şimdi yarın işe giderken yolda önüme atlayan yayaları ezmemek için kendimi nasıl tutacağımı bilemezken gece gece Zombieland izlemenin çok da akıllıca bir davranış olmadığına kanaat getirdim.
Zombieland her zombi filmi gibi, kulaklarınızdan taşan insan sevgisini sorgulattıran bir film. Herkesin zombiye dönüştüğü post apokaliptik bir durumda takınacağınız tavır, sizin hayatta kalma yüzdenizi belirliyor. Ya “ben silah tutamam, insanları öldüremem” diyerek kendi sonunuzu hazırlayacaksınız, ya da hayatta kalmak için elinizden geleni ardınıza koymayacaksınız. Ama bir zombi filmi olsa da hayat sadece beyin dağıtmaktan ibaret bir şey değil, arada dükkan dağıtarak ya da lunaparka gidip oradaki zombileri öldürerek bir şekilde küçük şeylerden de olsa zevk almasını bilmek lazım.