Annie is not O.K.

Sabahları bütün interneti rss'te özetleme çabasında bir insansanız, gözünüzde çapağınızla uyanır uyanmaz bilgisayar başına koşturuyorsanız, rss'lerinizi kategorize edip sabah sabah eğlenceli birşeylerle başlayayım sonra iş kısmına dönerim diyorsanız, beğendiğiniz şeyleri bencillik etmeyip başka insanlarla da paylaşıyorsanız, sizinle arkadaş olabilirim. Çok ciddi birşeyler vaat etmiyorum;en yakın arkadaşınız olamayabilirim, ya da evlenip çoluk çocuğa karışamayabiliriz ama gene de denemekte fayda var.
Akşamları işten ya da spordan eve döndükten sonra ilk yaptığınız şey mail ve rss kontrolü ise, acaba torrentlerim bitmiş mi, aman boş durmasın yenileri gelsin diyorsanız, yeni hangi filmler var trailer izleyeyim, yeni hangi müzikler var aman dinleyeyim diyorsanız sizinle arkadaş olabilirim. Gül bahçeleri vaat etmiyorum, hep birlikte olacağız demiyorum ama gene de bir şans verebiliriz.
Haftasonları kalkınca canınız dışarı çıkmak istemediğinde, bir hafta boyunca çektiğiniz bütün filmleri izleme saplantınız varsa, aman akşamı da getirdik hadi dışarıya çıkıp birşeyler yiyelim içelim, olmadı evde beşbinikiyüzseksenyedi film var izlenmemiş daha izleriz diyorsanız, filmden gına geldi animasyon falan mı olsa yoksa diyorsanız sizinle arkadaş olabilirim. Ruh ikiziniz değilim belki, bütün sırlarınızı bana anlatmayabilirsiniz ama gene de denemekten zarar gelmez.

Yok yani pankart açmadım arkadaş olalım ah çok yalnızım diye, seçenekleri değerlendiriyorum.
Hayatımın uyanık olan kısmının %97'sini bilgisayar başında geçiriyor olmam bana carpal tunnel gibi hastalıklar dışında daha başka şeyler de vermeli arada, hep otur otur siyah üstü renkli çizgili desenli autocad'e bak, gri üstü beyaz gridli 3d max'e bak, olmadı işin yoksa bir browser'a bak nereye kadar yani.

Aslında sevmiyorum bu kadar çevrimiçi bir hayat yaşamayı. İnsanların evlenip boşandıklarını facebook statülerinden, kahvaltıda ne yediklerini twitter'dan, en son dedikoduları friendfeed'den, ne dinleyip nasıl bir halet-i ruhiye içinde olduklarını last.fm'den öğrenmektense daha fazla interaksiyona girip olay yeri incelemesinde bulunmayı tercih eden insanlardanım (csi new york) Ama gel gör ki kazın ayağı böyle değil, adı geçen bütün internet sahifelerinde birer account'um var ve düzenli olarak burdan ajanlık yapıyorum. Bir de blogger account'um var ki işte, evlere şenlik. Film/dizi yazısı yazacağım ayağında kilobytelar ayarında mızıldanıyorum. Durum böyleyken böyle.

Internetlerde okuduğum dataların %80 oranında "haux" olduğu düşünülecek olursa, MJ öldi mü, isız ajun kaldi mu tadında bir haberin doğruluğuna inanmam biraz zaman aldı. Hadi canım, gencecik adamdı neden ölsün ki diye düşünürken konu hakkında rss yığılmaları bir dur ya neler oluyor diye düşünmeme yol açtı. Noel Baba'nın gerçekte varolmadığını öğrenmem gibi Michael Jackson'ın ölmüş olması da herhalde beynimin tezahür etmekte zorlanacağı bir durumdu. Ama ne yazıkki, her ne kadar doğru olduğuna inanmak istemesem de her yerde aynı haber, her yerde aynı hikaye.
Zaten burdaki konseri de son anda iptal edilmişti, yurt dışında da izleme şansım olmadı, ve artık canlı izleme şansım hiç olmayacak mı diye düşünmeye başladım. Sabahları işe giderken ayılmak için illaki dinlediğim Don't Stop Till You Get Enough'ı artık daha buğulu gözlerle mi dinleyeceğim? Thriller'ın videosundaki dans sekansını boşuna mı ezberledim? Smooth Criminal'daki gibi yere düşmeden öne eğilip kalkmayı zaten hiçbir zaman çözemedim, şimdi çözsem de bir anlamı yok mu yani? Küçükken korktuğum için koltuk arkasından izlediğim ama gene de her sabah aksatmadan izlediğim ve kafasını bozduğum Thriller BetaMax'ım nerede benim? Babamın 4. doğumgünümde hediye ettiği ve kullanmasını bilmediğim için hergün dinlemekten çizilip yıpranan Thriller plağımı bulamıyorum. Ve bütün bunlar canımı sıkıyor.
Hakkında yayınlanan garip haberler (her sabah uyandığında burnunun yeri değişiyormuş da bir saat yerine yerleştirmekle uğraşıyormuş, evet mr potato head kendisi), duruşmaya pijamalarıyla geldi bak ne kadar hasta denmesi gibi laflar zamanında üzülmeme yol açtı. Aman çamur atayım izi kalsın mantığında bu hareketler kime yapılırsa yapılsın büyük üzüntü ve sıkıntılara yol açar. Geçmiş olsun, başımız sağolsun, çocukluğumuzun ikonasını kaybettik. Halen korumaya çalıştığım içimdeki çocuk yatağına yüzükoyun yatmış, yastığı ağlamaktan sırılsıklam olmuş.
mj

Yaptığı her şarkıyı bayıla bayıla dinlemiyordum belki ama hayatıma Billie Jean, Thriller, Man in the Mirror, Beat It, Don't Stop Till You Get Enough, Dirty Diana ve daha adını yazmadığım onlarca şarkıyı katmış biri hakkında kötü bir söz söylemeye ve söylettirmeye içim elvermiyor. Bu satırları yazarken bir yandan Moonwalker'ı üçbinaltıyüzkırksekizinci defa daha izliyorum ve üzülüyorum. Hep beraber Neverland'e gidip Bubbles'a muz yedirelim. Ama önce beyaz ışıltılı eldivenlerimi bulmam lazım.

Vampire Girl vs. Frankenstein Girl



Siz de benim kadar heyecanlanıyor musunuz?

Let There Be TV.

Yaz sıcaklarının sıvı kıvamda sırttan aşağı yerçekimine riayet ettiği bugünlerde, dizilerin de tatil sezonuna girmesiyle eskici sandığını açmak haricinde pek bir alternatif kalmıyor. Belki bir gün canım sıkılır da izlerim diye harddiskimde ikamet eden birtakım dizileri teker teker tüketmiş durumdayım. Birçoğu hakkında pek yazmaya değer bulmadığımdan izlendikleri gibi DVD'lere yazılıp uygun case'lere konarak arşive kaldırılıyor. (evet arşivleme canavarıyım ve 5328756 case arasından istediğimi bulmam yaklaşık 45 saniye sürüyor, o derece de düzenliyim) Tam da biraz da dizi yazayım, ama eski bunlar hep derken imdadıma Showtime yetişiyor ve Nurse Jackie adlı yeni bir dizi ile bizleri karşılıyor.



Açıkcası daha vizyona girmediğinden ama torrenkler sağolsun "preair" olaraktan bizlerin beğenisine sunulduğundan ilk iki bölümünü izleme şansım oldu. (and the oscar goes to ttnet)
Gerçi artık hastanede geçen dizilerden ikrah geldi, (ER, Scrubs, House MD, Grey's Anatomy) ve bir tane daha kaldıramam diye düşünüyordum. Nurse Jackie'nin sadece ilk iki bölümünü izlemiş olmama rağmen illa birisine benzeteceksem biraz ER'ın atmosferi, biraz da House MD'nin kara mizahı olarak sınıflandırabilirim. Ana kahramanımız Jackie, hastanenin acil servisinde çalışan görmüş geçirmiş bir hemşiredir. İşindeki tecrübesi onun doktorlara bile kafa tutmaya yeltenmesine olanak tanımaktadır (Scrubs'daki Carla gibi). Herkes gibi kendi sorunlarıyla zorlukla başa çıkan Jackie çözümü kimyasal maddelerde arar. (House gibi, aynı evet) Sadece iki bölümünü izlemiş olduğumdan çok fazla bir yorum yazamıyorum, ama şimdilik izlenebilir bir dizi gibi gözüküyor. Başarılarının devamını diliyor ve başka bir habere geçiyoruz.

4 sezondur severek takip ettiğimiz Weeds'in 5. sezon ilk bölümü internetlere düştü. Tükenmeden alınız.

Bir süredir beynimi kemiren bir konu var. Acaba artık dizi yapımcıları süper yakışıklı jönler, barbarella tadında ablalardan sıkıldı da; onun yerine ana kahraman olarak daha çok sıradan, hatta mümkünse sakar, asosyal, hayatta çok başarı elde edememiş karakterleri mi tercih eder oldu? Hani düşününce bir ara çok popüler olan "pembe dizi"ler teker teker yok olurken (Young and the Restless'i ayrı tutuyorum, beni bile gömer o dizi), onların yerini mükemmellikten uzak karakterli yapımlar mı almaya başladı. Anneannem hergün 17:00 sularında offline olurdu, dizisini izlemek için. Evde kimseyi konuşturmaz, televizyon kumandası üzerindeki hakkını da kesinlikle devretmezdi. (allahtan arada bir bize uğruyordu ve evde her odada bir televizyon vardı, görgüsüz olduğumuzdan ötürü) Şimdi sabahları Seda Sayan (ya da Pasifik ötesindeyseniz Oprah Winfrey) var da sabah kuşağında bir yandan fasulye ayıklarken annelerimiz televizyonda bunları izliyor. Böyle bir yenilenmeden ötürü de samba kokulu dizilerin de popüleritesi azaldı. Belki de jenerasyon değişti, ihtiyaçlar değişti; bunu gören yapımcılar da farklı alanlara yönelmeye başladı.
Hala tabi "gençlik dizisi" başlığı altında lüks arabalı-marka kıyafetli-full makyaj karakterli diziler mevcut. The O.C. nin elde ettiği başarıyı gören yapımcılar bunun bir de doğu yakası versiyonunu çekelim, ortaya Gossip Girl çıksın demişler. (Seth Cohen'in hepimiz hastasıydık ama üzgünüm, Dan Humphrey aynı etkiyi bırakamadı) Eskiden Beverly Hills nineohtwooneoh vardı, bunun da yenisini çekelim bakalım diye düşünülmüş ama o da tutamadı ne yazıkki, becerememişler. Bu durumda ne varsa eskilerde var demek lazım.
İki paragraf önce bahsini açtığım konuya dönecek olursam; evet, anti kahramanlar. Örneklerle açıklayayım da daha anlaşılır olsun, sonrasında cümle içinde de kullanır, pekiştiririm.
  • Chuck: Diziye adını veren karakterimiz eli yüzü düzgün, ama komşunun oğlunda da bulabileceğiniz bir çekiciliğe sahip (oturduğunuz semte bağlı) Biraz sakar, eloğlunun "nerd" diye tabir ettiği sosyalden çok bireysel aktivitelerden hoşlanan (bilgisayar oyunları gibi, yanlış anlaşılmasın) bir karakter. Ortalamanın üstünde bir zekası var, ama onu ajan yapacak sezgilere ya da fiziksel kabiliteye sahip değil. Bari yanına eli yüzü düzgün bir kız verelim de ortalamadan kurtarıp dörtbuçuktan beş alırız demişler. Sonuç olarak severek izliyoruz ve devamını merakla bekliyoruz.
  • Reaper: Ana kahramanımız Sam, 21. yaş gününde ailesinin şeytanla yaptığı bir anlaşma sonucu ruhunu sattığını, ve ölene kadar onun adına çalışması gerektiğini öğrenir. Her bölümde ayrı bir maceraya koşarken bir yandan vasat bir işte çalışır, ilkokul sıralarındayken aşık olduğu Andi'yle inişli çıkışlı bir ilişkisi vardır (gene fena olmayan bir kız), arkadaşları ondan daha sakar ve tipsizdir. Bu durum dizinin eğlenceli olmadığı anlamına gelmiyor tabiki de.
  • The Big Bang Theory: Dizide 4 erkek bir de bayan olmak üzere 5 ana karakter var. Erkekler vasatın altında bir fiziksel görünüşe sahip, bayan da çok abartı kaçmasın diye ortalamanın az üstünde güzellikte seçilmiş. 4 erkek de fizik/mekanik/mühendislik gibi alanlarda süper zekalara sahipler, kontrast olsun diye de abla pek de zeki olmasın denmiş. Erkekler kendi içlerinde bir sosyalliğe sahipler (yani başka arkadaşları yok). Her birinin kendine has kusurları var; Wolowitz Yahudi (evet, belki bu da bir kusur), Raj kızların yanında konuşma yetisini kaybediyor, Leonard içinden çıkamadığı sorunlara giriyor, ve Sheldon zaten başlı başına bir problem. Bir de içine bol bol Star Wars/Star Trek göndermeleri, bilgisayar oyunları, çizgi romanlar atıyorsunuz ki çorbanız kıvama gelsin. Ekranda "eye candy" olarak tabir edebileceğiniz, giyimine özenebileceğiniz bir karakter olmasa da eğlenerek izliyorsunuz.
Düşününce liste bayağı bir uzuyor tabi. Daha ailemizin anti kahramanı Dr. Gregory House, villain olmasına karşın kızların sevgilisi (ehm ya da benim, evet evet sadece benim) Zachary Quinto/Heroes, hatta aynı diziden Masi Oka. Sanırsam artık Brangelina devri bitti, (hatta evlerini bile ayırmışlar bak) devir sıradan insanların devri. Belki ben de bir gün şöhreti yakalar, dizilerde falan oynarım. Mimarlıkta para yok zaten, eline kağıt kalem alan müteahhitlik yapıyor.


Ah gece gelme gündüz gel, tenhalarda menhalarda.

Erken emeklilik yasa tasarısını kendi üzerimde denediğim şu günlerde, üretkenlik katsayım arttı. Önce İzmir'e gittiğimde annemin kullanmadığı dikiş makinesinde hak iddia etmemle başladı. Eminönü'ne gidildi (abuk subuk sokaklarında sağ aynamı kırmam pahasına), kumaşlar alındı ve kendime etek dikildi. Geleceğin Vera Wang'i olacağımı söyleyemem, ama ilk deneme açısından başarılı olduğum söylenebilir. Daha sonra uzun zamandır beynimi kemiren arka bahçemi renovasyon işine girildi. 3 senedir kendisini çöplük olarak kullandığımdan (komşularımın da bunu farkedip bilumum çöplerini aşağı sallamasının da katkısı oldu); biraz savaş alanı kıvamındaydı. Temizlendikten sonra Koçtaş'a gidilip suni çim halı, bambu çit, beyaz çakıl taşı, bahçe aydınlatması gibi hırdavatlar alınıp; peyzaj mimarı kıvamında bu alanın düzenlemesi yapıldı. Sonuç belki cennetten bir parça olmadı ama, imkanlarımızla anca bu kadar. Yattığımız hamak çürümüş kış koşullarından, ona üzüldüm bir. Gidip yenisini almak lazım. Bu kadar iş, benim tembel bünyemde ne zaman arıza çıkarır bilemiyorum, ama daha çek-senet mafyasıyla uğraşmam lazım. Hayatım romantik komediden aksiyona geçiş yapacak.
İki gündür fetret devrine girdim. Sabahları geç kalkıp göbeğimi kaşıya kaşıya (spora da gitmeyince hafif bel verdi, ama o kadar çok değil, hala bikini giyebilirim) rss leri kontrol ediyorum. E3 sağolsun bütün teknoloji blogları/sayfaları günde beşbinikiyüzellisekiz feed'le coşmuş durumda. Bakmayınca dağ oluyor, sonra başa çıkamayınca "mark all as read" yapıp arada güzel şeyleri kaçırabiliyorsunuz.
Pek güncel bir haber olmamasına karşın, MTV'nin Movie Awards'unu izledim/inceledim. Düşünüyorum da, eskiden sanki bu ödüller daha mantıklı bir şekilde dağıtılırdı. O zaman da oylama sistemine dayalı bir seçim mantığı vardı, demekki eskiden oy verenler (şu anda yaş ortalaması 25 civarı olanlar herhalde), daha akıllıca seçimler yapıyorlardı. İzleyenler ya da haberlerde okuyanlar bilir, ödüllerin büyük bir kısmını Twilight aldı. Açıkcası bu kadarını da beklemiyordum. Tamam, tam MTV gençliğine hitap eden bir film/roman ama aklı başında bir insan oturup izlediğinde "WTF" demekten kendini alamıyor.



Öncelikle Twilight'ın bir vampir filmi olduğunu unutmamak lazım. Bütün vampir filmleri Bela Lugosi ayarında olacak diye bir kural yok, ama geneline baktığımızda bu filmlerin birkaç ortak noktası olduğunu görüyoruz: Vampirler seksi, insanları kolaylıkla baştan çıkarabiliyorlar; vampirler güçlü, insanlardan daha hızlı, daha çevik, daha kuvvetliler; vampirler gizemli, son ana kadar aslında vampir olduklarını anlamıyorsunuz; vampirler akıllı, uzun yaşamları onlara belirli bir bilgelik vermiş. Twilight'ta ise vampir öğesi sonradan eklenmiş gibi duruyor. Sanki ilk yazılırken lise çağlarında olan iki gencin aşk hikayesi diye başlamış, sonra hikayeyi biraz daha ilginçleştirmek adına word'de "find and replace" yapılmış gibi vampirler yerleştirilmiş.

faggot

aradaki farkı bilmek lazım tabi.

Film bütün kötü eleştirilere rağmen inanılmaz bir hasılat yaptı. Tabi bunun sebebi serinin kendi hayran kitlesi. 13-18 yaş arası gotik genç kızlar, "aaay ne kadar romantiiiik" diyerekten kitapları ellerinden düşürmeyip, bir yandan da "gotiklik"lerinden ödün vermeden, genç kızlarda bu yaşlarda görülen arabesk aşık olma dönemini atlatıyorlar. Yazar bu konuda biraz cinlik yapmış; bu yaş aralığındaki genç kızlar ilk aşık oldukları dönemde gördükleri herşeyi kendi hayatlarıyla kıyaslıyorlar. Tabi bütün kızlar da aynı tornadan çıkmış değiller; bir kısmı okulda cheerleader formasıyla dolaşıp okulun futbol takımındaki çocuklarla çıkıyorlar, bir kısmı bol siyah makyajlı-eyelinerlı dolaşıp kimsenin onları anlamadığını düşünüyor (ki Twilight'ta biz daha çok bunlarla ilgileniyoruz), bir kısmı kendini okula verdiğinden zaten bu olaylara girmiyor. Yazar da böyle bir kitle için yazılan eserlerdeki boşluğu görmüş olacakki, fill in the blanks durumuna girmiş. Sonuç büyük başarı sağlamış ama dediğim gibi, belirli bir kitle için.
Bu tarz bir serinin filme dönüştürüldüğünde kazanılacak çil çil altınları düşünen yapımcılar da kolları sıvamış, ve ortaya böyle bir film çıkmış. Birçok forumda hayran kitlesinin yapılan acımasız eleştirilere olan karşılığı, Twilight'ın aslında bir vampir filmi olmadığı, vampir öğesinin orda bir metafor olduğu, ikili ilişkilerdeki insanlar arasındaki farklara rağmen birbirlerini sevebileceği üzerine. Sorun şu ki, Bram Stoker da aslında Dracula'yı yazarken "vampirliği" bir metafor üzerine kurmuş; o dönemde oldukça yaygın olan ve cinsel yolla bulaşan frengi hastalığı. Bu yüzden "aslında ordaki vampirler metafor, siz anlamıyorsunuz" diye gelmeyin, işin çıkış noktası zaten bu.
Kitap serisini okumama sebebim Ayşegül'ün yeni maceralarını okumama sebebimle aynı, belirli bir yaş ortalamasının üstünde olmam. O yüzden kitap vs. film karşılaştırmasını yapamıyorum. Ama hayranlarından gelen yorumlara bakılacak olursa orijinaline sadık kalınmış, hepsi filmi izlerken orgazma ulaşmış. Bu yüzden yaptığım eleştiriler ne yazıkki izlediğim filmle sınırlı.
Filmde CGI için Industrial Light and Magic göreve çağrılmış ama sanırsam öğle tatillerine denk geldiği için o sırada ofiste bulunan çaycı işlerini halletmiş. Veyahut benim 3D işler için uyguladığım fiyat/kalite sistemini kullanmışlar; x kadar para verirseniz y görüntüsünü alırsınız şeklinde. Filmin genel olarak görüntü yönetmenliğini sevdim, renk paleti ve fonlar çok güzel, hikayeyle örtüşüyor. Oyunculuk açısından fazla söyleyeceğim birşey yok, hikayenin genel kabızlığından ötürü ne yazıkki oyuncular da sanki en iyi performanslarını gösterememişler, Robert Pattinson sürekli boşluğa uzun uzun ve mal mal bakarken görüntülenmiş.
Gene de bu kadar ödüle boğacak bir film miydi, tartışılır. Aslında alnı şimşek izli yuvarlak tel gözlüklü küçük büyücü dostumuzun serisiyle karşılaştırmak daha mantıklı geliyor, ama kendilerini pek sevdiğimden çok sağlıklı bir karşılaştırma yapabileceğim söylenemez. Hele bir serinin ikinci filmi çıksın, öyle konuşalım.