Enjoy. It's dreadful but quite short.

Memlekete gidip ailemi, arkadaşlarımı, sevdiklerimi görememiş olmanın verdiği hüzünle bir cumartesi gecesi koltukta yatarak örtülere sarılıp film izlemek herhalde ruhumda kanayan yaraya derman olabilecekti. Zaten cuma akşamı dışarı çıkıp vazifemi yerine getirmişim; her zaman gittiğimiz yerleri iade-i ziyaret tadında şöyle bir tavaf edip, görülmesi gereken insanları görüp selam etmişim, iki birşey içip saçma geyiklere girmişim, benden kralı yok yani.
Gerçi geçen hafta peyote'de olan bir olaydan söz etmeden duramayacağım. Her cuma günü gibi sporumu yapıp duşumu aldıktan sonra, of bu hafta da ne fenaydı en iyisi bir dışarı çıkayım, hem Post Dial da yok muydu bu haftasonu dur bir Uçman'ı arayayım belki onlar da gidiyordur ben de onlara patch olurum diye planlar kumpaslar kurup sonunda Taksim'e çıktım. Üzerimde halen işe giydiğim elbisem ve topuklularım olduğundan kelli, peyote'de biraz sırıtıyor olmam işten bile değildi. İnsanların bunun burda ne işi var acaba yolunu mu kaybetmiş bakışları arasında içkimi yudumlarken kalabalıktan birinin sürekli bana bakıyor olduğunu keşfettim. Bir iki "acaba tanışıyor muyuz" bakışından sonra database'imde hiçbir yüz tanıma programından sonuç alamayınca ayakta dikilmeye devam ederken arkadaş yanıma gelip "pardon senin adın Alev mi?" diye soruncaki surat şeklimi ben de görmek isterdim. Uzun lafın kısası, bundan herhalde birkaç yüzyıl önce ben İzmir'de lisedeyken "çıktığım" bir erkek arkadaşım olduğunu öğrendim. Tabi bunu öğreninceki surat şeklimin de çok sağlıklı olduğunu sanmıyorum. Yaşlandım mı, yoksa gerçekten çok "kara" bir mazim mi var bilemiyorum, ama garip zamanlarda garip insanların karşıma çıkıyor olması ilginç.
Bu kadar özele girdikten sonra burasının aslında "işte dizi film izliyorum sonra da yazıyorum böyle" olduğunu unutmadan esas konuma döneyim. Her hafta aksatmadan düzenli bir şekilde okuyan sevgili okuyucularım bilirler, bir hafta dizi, bir hafta film yazıyorum. Geçen hafta Tokyo Gore Police'i yazdık, okuyup izleyenler çeşitli kanallardan mesajlar atıp teşekkürlerini ilettiler. Böylelikle insanlık görevini yapmış olmanın gururunu da tatmış oldum, teşekkür ederim.
İngiliz menşeili dizilerim kalbimde ayrı bir yeri vardır. Coupling olsun, The IT Crowd olsun, artık kalıplaşmaktan çıkıp kemikleşmeye başlayan amerikan sit-com'larından biraz daha zeka içeren esprilerle dolu, casting'de birkaç ünlü oyuncu olsun konu önemli değil görüşünden çok farklı bir anlayışla yazılan bir senaryoya sahipler. Ayrıca birçoğu büyük bir kesim tarafından izlenmediği için yazmaya değer olduklarını düşünüyorum.


Black Books - Free videos are just a click away

Black Books da tam bu bahsettiğim klasmana giriyor. İngiliz dizilerine has bir genetik hastalık olan, sezon başı 6 bölümden oluşması haricinde yazacak negatif bir yan göremiyorum. Konusuna gelince; Bernard Black, Black Books adında bir kitapçının sahibidir. Sürekli içki, sigara ve pislik üreten bir İrlandalı olması dışında müşterilerden nefret eder, hatta gelenleri her konuda azarlar. Yanındaki hediyelik eşya dükkanında çalışan Fran haricinde pek bir arkadaşı da yoktur. Zaten Fran de insanlardan genel olarak nefret eden ve alkol-sigara tüketimini destekleyen bir şahıstır. İlk bölümde muhasebecisinin kaçması sonucu Bernard yeni bir muhasebeci arayışına girmişken bir kitabı yanlışlıkla sindirim sistemine dahil eden Manny ile tanışır. Ve pek tabi asıl hikaye burda başlar, gelişir.
Manny artık Bernard'ın muhasebecisi olmaktan çıkmış, kitapçıda çalışan bir eleman haline gelmesi gerekirken onun kölesi kıvamına gelmiştir. Isaura gibi Bernard'ın yemeği olsun, temizliği olsun herşeyinden o sorumludur. Her zaman çok gönüllü olarak yapmasa da kafasına atılan bilumum şişe, tost makinesi, kitap gibi günlük eşyalar, ne yapması gerektiği konusunda ona yol gösterir. Zaman zaman kavga edip, haftada 5 kere istifa etse de Manny gene Bernard'a geri döner.
Tüm bu olaylar olurken geçen eğlenceli diyaloglar, Black Books'u herhangi bir durum komedisinden farklı kılıyor. Belki de Bernard'ın insanlardan nefret eder tavrı içimde beslediğim anti hümanist kaplumbağanın kabuğunu tıklatıyordur, bilemiyorum. Zaten sokakta park ettiğim arabanın arka tamponunu çizmişler, insanlara ayrı bir kılım şu anda. Kohachiro Miyata dinleyerek ruhumu dinlendirme derdindeyim, ne kadar başarılı olacağım muallak. Henüz dünyaya olan hıncımı tanımadığım insanlara monitör arkasından laf atıp sonra arkadaşlarımla tii hiii hii hii diye gülerek geçirmiyorum, bu da bir başarı.
Yarını Kevin Smith günü ilan ettim. Uzun süredir filmlerini izlemiyordum, art arda izleyince nasıl bir etki yapacak onu merak ediyorum. Herhalde haftaya da onlara övgüler yağdırırım, böyle geçinir gideriz.

1 comments:

ne desem boş said...

coupling "güzel", e madem bu da "güzel", izlemeli o halde

(bkz: olasılık kuramı)