NHK ni Youkoso

Bundan çok değil, 10-15 sene öncesine kıyasla evimden hiç çıkmadan ev alışverişimi yapabiliyor, kıyafet alabiliyor, 20 senedir görmediğim ilkokul arkadaşlarımla bile görüşebiliyorsam teknolojik açıdan son raddelere ulaştığımızı söyleyebilirim. Amerikan askerlerinin kendi aralarında 1960’ların başında kurulan networklerden bu yana çok yol katetmiş olabiliriz ama her güzel şey gibi belki bunun da eksi puanları vardır.
Eskiden alışveriş yapmak için çarşılara gidilirdi. Ayakkabı alınacaksa ayakkabıcıya, baharat alınacaksa aktarlara, kitap alınacaksa sahaflara uğranırdı. Sonra birisinin aklına neden bütün bu dükkanları aynı yerde toplamıyoruz, tek bir yere gidilinsin bütün alışveriş orda yapılınsın diye bir fikir geldi ve büyük alışveriş merkezleri ortaya çıktı. Artık tek bir binaya girip bütün işlerinizi halledip hatta üstüne yemeğinizi yiyip sinemaya da gidebiliyorsunuz. Bu durum köşebaşındaki kasapların ve manavların pek işine gelmese de eğrelti otu gibi heryerde bitiveren büyük alışveriş merkezlerine bir dur diyen de olmadı. Haftasonları gençlerin gidip karşılıklı muhallebi yiyip ilk defa el ele tutuştukları pastaneler de yerlerini yeşil üstü beyaz allcaps yazılı, çift kuyruklı denizkızımsı logolu kahvecilere bırakınca mahalle esnafının kazancına iyice kibrit suyu dökülmüş oldu. Artık işiniz daha kolay, kapı kapı dükkan dükkan gezmektense bütün ihtiyaçlarınızı biryere topladık, böylece zamandan kazandınız; arta kalan zamanınızı ailenizle geçirin gibi bir pazarlama kampanyası olan alışveriş merkezlerinin daha çok para harcamaya yönelten sübliminal mesajlarının da farkına varamadık.
Daha sonraları, evinizden hiç dışarı çıkmadan da günlük ihtiyaçlarınızı karşılayabileceğimiz olanaklar karşımıza çıktı. Neymiş, evimizin huzurlu ortamından kendimizi neden ayıralım, supermarketler aslında büyük zaman kaybı, evden online ver siparişi kapına kadar getirsinler olanağı ilk başta kulağa hoş geliyor. Tabi ben de hoşlanmıyorum kilolarca torbayı taşımaktan ellerimin büzüşüp Yoda pençesine dönüşmesinden. Telefonla pideciyi arayıp karşımdaki doğu aksanlı adamla anlaşmaya çalışmak da zor geliyor. En güzeli ortadaki insan faktörünü kaldırıp “bir tıkla” istediğim herşeyin evimin kapısına kadar gelmesi. Sırf alışveriş değil tabi olay, en son burnundaki sümükle ip atlarken gördüğüm arkadaşlarımla evimden çıkmadan yeniden görüşebiliyor olmak da 80’li yıllarda akıllara zarar bir durumdu.
Evden çıkmayı ben de çok sevmiyorum. Kalabalıklar üstüme üstüme geldiği oluyor, bazı bazı boğulacak gibi hissediyorum. Hem evde kendi istediğim müziği açıp sevdiğim insanları çağırıp aynı paraya bir bardak yerine bir şişe alkolümü alıp eğlenebiliyorsam, dışarısının cazibesi de azalıyor gözümde. Sinemada filmi istediğim yerde durdurup tuvalete de gidemiyorum ya da bu aktör hangi filmde oynuyordu kafayı yiyeceğim diye imdb’den de bakmak zor geliyor (3G’ye sarkastik saygılar). Bütün bunları evde pijamla yayarak da yapabiliyorsam neden iki saat ne giyeceğim diye düşünüp, ay bu ayakkabı bu elbiseye gitmedi, sonra üşür müyüm yanıma ceket alsam mı, göz kalemi çekerken gene yamulttum bak şaşı gibi oldum streslerine girmeden güzel vakit geçirmek istiyorum. Bu durumda dizimi kırıp evde oturmak daha mantıklı geliyor.
Sosyal komüniteler de hayatımıza girince bu işe bir son vermenin zamanı geldiğini anlamalıydım. Myspace’de ne kadar arkadaşınız olduğu sizin ne kadar sosyal olduğunuzdan çok bilgisayar başında ne kadar vakit geçirip aslında ne kadar asosyal olduğunuzu gösteriyor (acı ama gerçek). Bundan 5 sene önce insanların kahvaltıda ne yedikleri, yolda gördükleri kedilerin fotoğrafları, şu anda ne dinledikleri hiç ilgimi çekmiyorken online communitylerin hemen hepsinde birer profil oluşturmuş olmam ve bunları düzenli aralıklarla kontrol ediyor olmam belki de aslında çok “loser” bir hayat yaşadığımı gösteriyor. Ama bütün havalı çocuklar aynı şeyi yapıyorlar, yeni akım bu artık, sen yapmıyorsan demode bir insansın diye düşünülüyor. Pek tabi diğer insanların ne düşündüğü sosyal hayvanlar olarak umurumuzda olunca da ister istemez kendinizi bu girdabın içinde buluyorsunuz.
Bu kadar çevrimiçi sosyallik aslında bizi asosyalliğe itiyor. Şöyle ki, aslında iletişim içinde olduğunuz şey parlak bir ekran ve klavye, karşı tarafta da sizinkine benzer ekipmanlar var. Aslında sosyalim bak insanlarla iletişiyorum diyorsunuz ama sizin iletişim dediğiniz 0’lardan ve 1’lerden oluşan ufak paketler, kilometrelerce kablolar üzerinden gidip geliyorlar. Bunun için illa evde olmanıza da gerek yok aslında, işinizden de bağlanabiliyorsunuz; hatta operatörüm sağolsun otobüsten vapurdan da arkadaşlarımla iletişim içine girebiliyorum (3G’ye bir defa daha sarkastik saygılar). Bütün bu telefonlar bilgisayarlardan önce daha odası posterlerle dolu bir çocukken böyle birşeye ihtiyacım yoktu şimdi neden var bilemiyorum ama eksikliği bende kaşıntı yapıyor.
Evinden çıkmadan bütün ihtiyaçlarını giderebiliyorken (kafamın üstünde parlayan elmas yeşil rengi gösteriyor) neden evden çıkayım sorusu gündeme geliyor. Böyle düşünen çekik gözlü arkadaşlar kendilerini eve kapatıp, reel dünya ile ilişiğini kesip, kendilerine bir isim bulmuşlar; hikikomori. Anlam itibariyle kendini sosyallikten çekme, kapanma manasına geliyor. Günümüz hayatının zorlu koşulları düşünülecek olursa (kalabalık kentler, trafik, ekonomik kriz, eğitim zorluğu) mücadeleden hoşlanmayan birisi için hikikomori olmak çok da zor olmasa gerek. Özellikle Japonya’daki eğitim zorluğu (günlük kullanılan 3 alfabe ve bunlardan bir tanesinin yaklaşık 2000 harf olduğu düşünülecek olursa, evet zor, ben 29 ile anca başa çıkabiliyorum); zorlanmaya gelmeyen birinin herşeyden vazgeçip kendini dış dünyadan izole etmesi kolay bir kaçış yöntemi. Japonya hükümeti bu insanlar için İngiltere’den bir kısaltma da araklamışlar, NEET: Not into Employment, Education or Training; yani iş eğitim ya da yetiştirme içinde olmayan. Böyle bir popülasyonun ekonomide nasıl bir etki yapacağı tartışılır ama toplam nüfusun %1’i nin bu durumda olması çalışmayı pek seven Japonlar’ın yüreğine oturmuş olsa gerek.
Japonlar’ın kendine has bir görsel zevki olduğu ve bunu bütün dünyaya bir şekilde empoze etmiş oldukları bir gerçek. Hep kendileri bıdır gözlü oldukları için çizdikleri karakterlerde abartıya kaçtıkları söylenir ama işin aslı Disney’in kocaman gözlü Bambi’sinden esinlendikleridir. Öyle ya da böyle, bizim yıllardır beceremediğimiz okuma ve kitap sevgisini mangalarıyla bütün yaştaki insanların metroda otobüste ellerinden düşürmeden okumalarını sağlamaları bence büyük bir başarı. Sırf anime ya da mangayla da bitmiyor tabi olay, büyük bir endüstriye dönüşmüş durumda. Sevdiğiniz karakterli beslenme çantasından tutun da, figürler, dvdler, ve aklınıza gelebilecek her türlü tüketim malzemesini satın alıp severek kullanabiliyorsunuz. Eğer bu konuda biraz suyunu çıkarıp odasını Duman posterleriyle kaplayıp konserlerinde en önde bağıran 14 yaşındaki kızlara benzemeye başlarsanız size kısaca “otaku” diyoruz. Aslında herşeyin “otaku”su olabilirsiniz, eğer saplantı haline getirdiğiniz bir hobiniz varsa; ama en çok anime/manga sapıkları için kullanılıyor otaku kelimesi. Eğer öyleyseniz sizi Akihabara’daki maid cafe’lerde 5 çayına bekliyorum.

nhk
Terminolojiyi çözdükten sonra asıl anlatmak istediğim konuya “artık” geçmek istiyorum. Bu kadar açıklamadan sonra konuyu nereye bağlayacağımı merak edenler için gelsin; Welcome to the NHK! Konu önceden açıkladığım hikikomoriler üzerinde gelişiyor. Evden dışarı çıkmaya korkarcasına çekinen, okulu sırf bu yüzden yarım bırakmış, işe giremeyen bir grup genç, hikikomori. Baş kahramanımız Satou Tatsuhiro da 4 senedir böyle bir hayat tarzı benimsemiş bir insan. Evinde dışarıdan söylenmiş ramenlerin boş kutuları ana dekor unsuru olarak kullanmış, içilmiş kolaların boş tenekeleri de onlara eşlik etmiş. Tabi insan evde oturdukça tembelleşiyor, sürekli oturduğu ve artık onun vücut şeklini alan koltuğunun etrafında genişleyen bir radiusta çöplerini diziyor. Kalkıp 3 adım yürüyüp onları çöpe atmak, hatta biraz daha gayret edip çöpü akşam gelip kapıcı alsın diye kapının önüne koymak zor geliyor. Evinizde bir bilgisayar ve broadband bir internet bağlantınız varsa, e bir de gönülde tembellik varsa bir hikikomori olmak zor değil gibi gözüküyor. O kadar pislik içinde yaşayabilir miyim orasını bilemem (arkadaşlarının evine gidip lavabodaki bulaşıkları yıkama kapasitesinde bir insan olarak), ama derdiniz biraz evde yatayım, film izleyip çekirdek çinteyim, bulaşıklar biraz daha dursun kurtlanmaya yakın yıkarım, bu akşam kapıcıyla samimi olmak istemiyorum çöpleri yarın veririm ise hikikomori değilsiniz, sadece uyuşuk bir tembelsiniz.
Welcome to the NHK! (ünlem ile evet) ilk olarak Tatsuhiko Takimoto tarafından yazılmış bir roman. Daha sonra mangaya çeviriyorlar (metro Japonları seviniyor) ve en son da Gonzo tarafından 24 bölümlük bir anime serisi olarak karşımıza çıkıyor. Burdaki NHK’dan kasıt meraklı olanların tahmin edebileceği gibi Japon TRT’si (Nippon Housou Kyoukai-şimdi kanjili manjili de yazardım da ukalalığın alemi yok) değil, Nihon Hikikomori Kyoukai olarak geçiyor. Böyle düşünülmesinin sebebi de bir komplo aslen, televizyonun yayınladığı güzel programlarla bizleri ekran karşısına kilitleyip hepimizi bir hikikomoriye dönüştürüp evden çıkmamamızı sağlamak (ha şimdi neden Türkiye’de hikikomori kültürü yok, anlaşıldı). Televizyonun neden bizi eve bağlamak istediği de çok açık zaten; dünyayı uzaylılar istila etmiştir, sadece bir kişi hayatta kalmıştır (ki ne tesadüftürki bu da baş kahramanımız Satou-kun’dur). Dışarı çıkıp aslında içinde bulunduğu dünyanın uzaylılar tarafından bir düzmece olduğu anlaşılmasın diye de böyle bir yöntem geliştirmişlerdir. Böylece rahatlıkla üzerinde deney yapabilecek ve hayatını gözlemleyebileceklerdir. Biraz zahmetli bir deney gibi geldi, ama komplo teorilerinde gerçekçilik ve olabilirlik çok fazla aranmıyor. Hikayede kahramanımızı bu hikikomori hayatından çekip kurtarmak isteyen Misaki isimli bir kızımız var. Besmele çektirip hamamda yıkanmıyor, ters bir Ahu Tuğba/Kadir İnanır havası yakalayamıyoruz belki ama önemli olan niyet.
Animede meraklı olmayanların bilemeyeceği terimler bolca kullanılmış (ki baştaki uzun yazının izlemek isteyenler için bir kaynakça gibi olmasının sebebi bu); Japon alt kültürüne bolca göndermeler var. Gene çok anime izlemeyenlerin genelde bu tarz çizgi filmleri ninjalı-kızlı-süpergüçlü-robotlu gibi sınıflandırdığı düşünülecek olursa bu klasmanların hiçbirine girmiyor. Kimse kolyesini çıkarıp sağa sola kurdeleler saçarak başka birine dönüşmüyor, mechalarına atlayıp savaşa koşmuyorlar ya da kimse boyundan büyük rakı masası ayarında kılıçlar taşımıyor. Gündelik hayattan alınmış, hatta çok üzerine düşünürseniz, belki biraz da felsefi yönü olan bir anime Welcome to the NHK!. İzledikten sonra kendinizi dışarı atma ihtiyacı duyabilirsiniz, belki o sadece facebook’tan mesajlaştığınız ama 20 senedir görmediğiniz taso oynayan arkadaşınızla buluşmak istersiniz, kimbilir.

0 comments: